|
85 yaşındaki onurlu çınar
|
|
Vedat Türkali'nin geçen 13 Mayıs'ta yaşgünü kutlandı. Yeni Melek Gösteri Merkezi'ndeki bu toplantıya katılamadım ama onu bu hafta anmak istedim.
*** Vedat Türkali
Hayatı boyunca hiç taviz vermedi, yeteneğini satmadı. Kendine, dostlarına, davasına hep dürüstçe bağlı kaldı. Vedat hocaya 85. yaş günü dolayısıyla en iyi dileklerimi sunuyorum
Vedat Türkali 85 yaşında. Kim derdi? Elbette o da yaşlandı, zaman kimsenin lehine çalışmıyor. Ama emin olun, onunla konuşsanız zekasından, bilgisinden, enerjisinden, güzel ve inandırıcı konuşma yeteneğinden hiçbir şeyin eksilmediğini hemen farkedersiniz. Geçen 13 Mayıs günü onun yaş günü kutlandı. Yeni Melek Gösteri Merkezi'ndeki bir toplantıyla. Ben yurt dışındayım, katılamadım. Ama onu bu hafta anmasam ne zaman anacağım? Üstelik hayatımın bir döneminde oldukça dost olduğumuz, sıkça görüştüğümüz, ortak anılar ürettiğimiz, şimdilerde pek sık görüşmesek de sanırım yüreklerimizin hep bir olduğu bir büyüğüm iken...
Vedat Türkali, bilenler bilir, bir takma ad. Asıl adı Abdülkadir Pirhasan. Ama o ünlü "komünist tevkifatları" ndan birinde, tam olarak 1950'de tutuklanıyor, 8 yıl yatıyor. Çıktığında, 40 yaşının eşiğindeki bu hala genç adam, senaryolarının çekilip romanlarının yayınlanabilmesi için takma bir ad buluyor kendine...Ve bu ad yapışıp kalıyor, sonradan eski adına dönmek istese de dönemiyor. Ne tuhaftır, iki çocuğundan biri olan Deniz Türkali onun takma soyadını taşırken, yönetmen Barış Pirhasan asıl soyadına fit olmuş!... Vedat hocayla dostluğum oldukça eskilere gider. Cumhuriyet'te yazdığım yıllarda tanıştık ve aramızda birden sımsıcak bir dostluk oluşuverdi. Onun senaryosunu yazdığı filmleri çok sevmiştim. Gerçi "Otobüs Yolcuları", "Karanlıkta Uyananlar" benim dönemimden önceydi. Ama diyelim ki "Bedrana", "Kara Çarşaflı Gelin", "Güneşli Bataklık" gibi rahmetli yönetmen Süreyya Duru'yla 1970'li yıllarda yaptığı filmler, benim o dönemde çok sevip savunduğum filmlerdi. Bu da bizi yaklaştırmıştı elbette...
Eşi, çok sevgili Merih Hanım'la birbirimize az gelip gitmemiştik. İlk romanı "Bir Gün Tek Başına"yı da büyük bir coşkuyla okumuş, benim de genç bir öğrenci olarak yaşadığım 27 Mayıs devrimine bu yarı romantik, yarı marksist bakışa bayılmıştım. Romanın zaman içinde eriştiği yüzbinlerce okur gibi... Ama sonraki romanlarından "Yeşilçam Dediğimiz Türkiye"ye biraz itirazım oldu. Romanda başta Yılmaz Güney kimi ünlü kişilerin hem benzer hem tam benzemez biçimde tasviri bana ters geldi, bunu da yazdım. Bu biraz gerginlik yarattıysa da sanırım çabuk atlattık ve bir süre sonra yine dost olduk. Onunla çok farklı ortamlarda bir araya geldik. Festivaller, paneller, tartışmalar, jüri üyelikleri... En ilginçlerinden biri, 1977 yılında, MC-Milliyetçi Cephe iktidarı döneminde yapılan o ünlü Sansürü Protesto Yürüyüşü idi. İstanbul'da başlayıp Ankara'da biten yürüyüşe neredeyse tüm Yeşilçam'la birlikte Vedat hoca da katıldı, emekçilerle yürüyüp dertlerini ve ekmeklerini paylaştı. Unutulmaz bir olaydı bu: Demokrasi tutkusuyla Yeşilçam sevdasının birbirine karıştığı, bizim ülkeye özgü bir dostluk ve dayanışma gösterisi....
Ama sonra birkaç şey oldu. Biri, Vedat Bey sevgili eşi Merih Hanım'dan ayrıldı. Bu dostça bir ayrılık mıydı, yoksa Vedat hoca "yeni sevdaların peşinde" miydi, hiç öğrenemedim. Daha sonra o İngiltere'ye gitti. Öyle bir süre için değil, yıllarca kalıp yeni romanlarını yazmak üzere... Yazdı da... Böylece aramıza zaman ve de mesafe girdi. Ama eserlerini izliyordum. Yeni romanlarını, şiirlerini, iki kitapta topladığı senaryolarını...
ROMANINI BEKLİYORUM İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, ona Onur Ödülü vermeyi kararlaştığında, gelip almadı, Londra'da olduğunu bahane etti. Oysa daha kısa süre önce buradaydı. Tüm sermayeci gruplardan, büyük burjuva ailelerinden hep ve kronik biçimde nefret etmişti. Bu arada Eczacıbaşı ailesinden... Hatta bir romanında ilaç konusuna değinmiş ve isim vermeden bu aileyi ele alıp suçlamıştı. Belki de Şakir Bey'in elinden bu ödülü almamak için gelmemişti. Vedat hoca sonunda yurduna döndü. Ve verimli bir döneme girdi.
Hızla değişen bir dünyada, o tüm inançlarına sapına dek sadık kalmıştı. Ama kendine özgü tuhaf bir komünistti o. Hiç bağnaz değildi, kitabi değildi, laflarını ikide bir Lenin, Marx, Troçki diye süsleyenlerden değildi. Sohbeti doğal bir nehir gibi akıp giderdi. Çok çekmişti, hapis yılları, ardından hep "şüpheliler listesi"nde bulunmak, komünistlerden öcü gibi korkulduğu yıllarda bu sıfatı onurla, gururla taşımak... Ama hiç taviz vermemiş, yeteneğini satmamıştı. Kendine, dostlarına, davasına hep dürüstçe bağlı kalmıştı. Türkiye'de kaç kişi için bunu söyleyebilirsiniz? Buna rağmen, bu dedikodu düşkünü ülkede onun için de kimi söylentiler uydurmuşlar, kalbini kıracak şeyler söylemişlerdi. Umarım kulağına gidip onu üzmemiştir. Ve sonraları, zaman zaman da olsa yine karşılaştık. İki-üç yıl önce Gezici Festival'in Bursa durağında buluştuk, birkaç gün boyu gezip dolaştık, içip söyleştik.
Sanki zaman geçmemiş, sanki o (ve belki de ben) hiç yaşlanmamış gibiydik. Sanki bıraktığımız yerden başlamıştık. Vedat hocaya 85. yaşgünü dolasıyıyla en iyi dileklerimi sunuyor, yayınlanmak üzere olan yeni romanını bekliyorum. Hani şu geçenlerde aniden rahatsızlanıp Amerikan Hastanesi'ne kaldırıldığında, illa da güvendiği bir dostunu yanına isteyen ve ona "Belki girdiğim gibi çıkamam" diyerek, her ihtimale karşı sonunu anlattığı roman... Allahtan hoca bu vartayı da atlattı ve romanı sanırım bildiği gibi kendisi bitirdi. Bizim için ne şans...
|