|
Kiviyi soyup yemek gerekir
|
|
Bir şeyi ilk defa görüp şaşırmamak veya yanlış algılamak hem insanların hem de toplumların başına gelebilir. Örneğin 1950'li yıllarda biz de düdüklü tencereye bir türlü alışamamış, sıkıştırılmış buharlı tencere zannetmiştik. 1980'lerin başında da Davos'ta bir yemek sırasında Hüsnü Doğan, kiviyi kabuklarıyla ısırınca kabukla yenmeyeceğini öğrenmiş oldu.
*** Toplumun düdüklü tencereyi anlaması uzun zaman aldı
Bir şeyi ilk defa tanıyınca, bazen onu yanlış anlarsınız. 1950'lerde ilk kez düdüklü tencere geldiğinde toplum bunu sıkıştırılmış buharlı tencere zannetti
Bir şeyi ilk defa görüp şaşırmamak veya yanlış algılamak, insanlar için de toplumlar için de söz konusudur. Bu konuda, rahmetli ses sanatçısı Necmi Rıza Ahıskan'ın yaşadıklarını sık sık hatırlarım. Örneğin, birlikte bir akşam yemeğine davetliydik. Sofraya kuşbaşı kesilmiş, bir tabak dolusu çiğ et getirdiler. Necmi Rıza kulağıma eğildi, - Bunlar galiba bizi kedi sanıyorlar, dedi. Daha önce, İsviçre mutfağının lezzetlerinden biri olan fondüyü hiç yememişti. Sonra masaya, içi sıvı yağ dolu, altında ateş yanan tencere, şişler ve çeşitli soslar gelince, durum anlaşıldı. Necmi Rıza da şişlere etleri saplayıp, kızgın yağda kızartmayı ve soslara batırıp, bu etleri yemeği öğrendi. Batı Avrupa'ya ilk giden Türkler'in de başına böyle şeyler gelmez mi? Lokantaya gidilir. Yemek listesinde "Steak Tartar" ibaresi görülünce, bunun kelime çevirisi yapılıp "Tatar Bifteği" denilir. Sonra bu sipariş edilir. Garson masaya, çeşitli soslar, soğan ve yumurta sarısı ile ezilmiş çiğ kıymayı getirince, bu kıymanın köfte gibi pişirilmesi beklenilir. Oysa "Steak Tartar", içinde bulgur olmayan bir çiğ köftedir.
İLK ASKERİ DARBE Necmi Rıza Ahıskan'ı, fondü gibi 27 Mayıs 1960'taki askeri darbe de şaşırtmıştı. Ağabeyi ile birlikte aynı evde oturan Necmi Rıza, 27 Mayıs 1960 pazar sabahı radyoyu açar. Radyoda Alparslan Türkeş, o genizden gelen kalın sesi ile darbeyi anons etmektedir. - Türk Silahlı Kuvvetler'i, kardeş kavgasını önlemek için idareye el koydu. NATO'ya ve CENTO'ya bağlıyız. O güne kadar "Silahlı Kuvvetler" kavramı pek duyulmamıştır. "Ordu", "Asker" gibi kavramlar vardır. Necmi Rıza ve ağabeyi "Silahlı Kuvvetler" sözcüğünü duyunca, birilerinin radyoevini bastığını düşünüp, telaşlanırlar. Ağabeyinin korkudan dili tutulur. Türkiye Cumhuriyeti'ndeki ilk askeri darbenin Ahıskan ailesi üzerinde yarattığı şoku, rahmetli Turan Güneş'e anlatmıştım. O da gülerek şu yorumu yapmıştı: - Ne yapsın zavallılar? Darbeyi yapanları, herhalde eli silahlı kuvvetler sanmışlardır! 27 Mayıs, sade biz Türkleri değil, Türkiye'yi seven yabancıları da şaşırtmıştı. 1960'tan beri Türkiye'de yaşayan, çok varlıklı bir İsviçreli dostum var. Türkiye'de bir fabrika kurmak üzere, 1960'ta İstanbul'a gelip, Levent'te bir ev kiralıyor bu aile. O pazar sabahı (27 Mayıs), karı koca yürüyüş yapmak için Levent'te sokağa çıkıyorlar. Yolda yürürlerken, evlerden pencereler açılıyor, insanlar ellerini kollarını sallıyorlar bu karı-kocaya. İsviçreli mutlu oluyor: - Bu Türkler ne sıcakkanlı. Semte yeni geldiğimiz için bizi selamlıyorlar. Herkes bize el sallıyor... Böyle düşünüyor. Birazdan anlaşılıyor ki o el kol sallayanlar, onları "Evinize dönün" diye uyarmakta. Çünkü, 27 Mayıs darbesi dolayısıyla "Sokağa Çıkma Yasağı" koyulmuştu.
CAN SIKINTISI YOK Bu İsviçreli sonra 2-3 darbe daha gördü. Ve hala Türkiye'de yaşıyor. Kendisine sormuştum: - Neden İsvire'de değil, Türkiye'de yaşıyorsun? O da gülerek şu cevabı vermişti: - İsviçre'de canım sıkılıyor... Beş yıl sonra ne olacağı belli İsviçre'de... Türkiye'de ise bir saat sonrasını kestiremiyorsunuz. Burada hayat heyecan veriyor. Ekonomide ve hatta tüketimde bile ilk gördüklerimiz bizi şaşırtmadı mı? 1960'larda, Ankara'daki üst düzey ekonomi bürokratlarının toplantısında, Ziraat Bankası lojmanlarındaki lüks konuşuluyor. Amerika görmüş bir bürokrat, lüksü anlatırken, şöyle diyor. - Bu lojmanlarda, wall-to-wall halılar var. İngilizce bilen ama dünya görmemiş olan bir bürokrat "Wall-towall"u, "Duvardan Duvara" diye çeviriyor ve şu yorumu yapıyor yanındakine, - Adamlara bak. Duvarları da halı ile kaplamışlar. Ankara'da, bu duvarları halı ile kaplanan duvarlar olayı, bir süre konuşuluyor. Özal'ın ithalatı liberalleştirmesi ile pekçok meyve gibi, kiviyi de ilk kez tanımadık mı? 1980'lerin başında Davos Konferansı'ndaydık.
KİVİ İLE TANIŞMA Soframızda, Özal'ın sağ kolu ve akrabası Hüsnü Doğan da vardı. Sofraya tabak içinde meyveler geldi. Bunların arasında, ilk kez gördüğümüz, yeşil, üstü tüylü, iri ceviz büyüklüğünde bir şeyler vardı. Hüsnü Doğan, bunlardan birini eline alıp, bize gösterdi, - Bu da bir meyve, dedi. Sonra o meyveyi kabuğu ile ısırdı. Yüzünü buruşturdu. - Bu meyve, biraz mayhoş, biraz ağız burucudur, dedi. Biz ilk kez gördüğümüz kivinin, kabuğu soyularak yenilmesi gerektiğini öyle öğrendik. Hüsnü Doğan sonra tarım bakanı olunca, Türkiye'de "Tohum Devrimi" anlamına gelen tohumda serbest ithalatı başlattı. Şimdi Türkiye de kivi üreticisi bir ülke. Yıllar sonra bir Çin ziyaretinde, Şanghay bahçelerinden incileri kopartıp, kabuklarını soyarak yerken hiç yabancılık hissetmemiştik.
DÜDÜKLÜ TENCERE 1940'ların sonunda ve 1950'lerin başında ilk kez "Düdüklü Tencere" geldiği zaman da toplum pek anlamamış bunun sıkıştırılmış buharlı tencere olduğunu. O dönemde, şairler, düdüklü tencereyi, bir tencereye zincirle bağlanmış düdük olan ve yemek pişince, aşçının bu düdüğü çaldığı bir aygıt olarak niteleyen şiirler bile yazmışlar. Simavi medyasında, "Düdüklü tencere, Türk mutfağına uyar mı" konulu tartışmalar bile açılmıştı. Sevgili Necati Zincirkıran'ın sütununun adı "Düdüklü Tencere Bizim tencerede laf uzatılmadan pişer" değil miydi? "İlk defa görmek" ile "yanlış anlamak" gibi olguları da birbirine karıştırmamalıyız. Bir arkadaşım işini yeni kurmuştu ve şiddetle banka kredisine ihtiyacı vardı. Bir yaz gecesi, bir Boğaz yalısındaki davette, eski vali ve o zaman Akbank yönetim kurulu üyesi olan sevgili Namık Kemal Şentürk de vardı. Şentürk ve eşi, beraberlerinde dünürlerini de getirmişlerdi.
DÜNÜR VE MÜDÜR Bizim arkadaş, Şentürk'le öpüşüp, merhabalaştı. Namık Kemal Bey de yanındaki kişiyi "Dünürüm" diye takdim etti ona. Sonra dikkat ettim. Bizim arkadaş, o gece Namık Kemal Şentürk'ün dünürünün yanından hiç ayrılmadı. Başka kimseyle konuşmadı. Bir ara gittim yanına, - Bu beyle bu kadar uzun ne konuşuyorsun, dedim. Güldü, cevap verdi, - Adamı ayarladım. Dost oldum. Mutlaka kredi alacağım. Şaşırmıştım. Namık Kemal Şentürk'ün dünürü, bildiğim kadarıyla Tarabya'da bir lokanta işletiyordu. Ne kredisi verebilirdi ki? Sonra anladım. Bizim arkadaş, "dünürüm" sözünü "müdürüm" diye anlamış. Namık Kemal Şentürk Akbank yönetim kurulu üyesi olduğuna göre, bu kişiyi de Akbank müdürü sanmış. Özetle, hayatta sık sık gülebilirsiniz.
|