|
Dijital teknoloji işkenceyi tanıttı
|
|
İlk Körfez Savaşı'ndan bu yana dünya naklen savaş görüntülerine alıştı. Irak'ta yaşanan işkencenin fotoğraflarını da görmeyen kalmadı
Irak'taki Abu Garaip Hapishanesi'nden tüm dünya medyasına yansıyan fotoğraflar, "teknoloji" nin nelere kadir olduğunu, bir kez daha kanıtladı. Bu fotoğrafları, işkence yapmayı savaş ortamının bir gereği sanan Amerikan askerlerinin, dijital kameraları (belki cep telefonları) ile çektikleri belli. Sonra da herhalde övünmek için, internet aracılığı ile ailelerine ve yakınlarına gönderdiler. Oradan da yazılı ve görsel medyaya yansıdı. Teknolojinin bir başka yansımasını da Amerikalı sivil teknisyen Berg'in boynunun kesilmesini, El Kaide'nin bir internet sitesinde yayınlaması ile tüm dünya görüp izledi.
Görüldüğü gibi teknoloji böyle bir şey. 1980'lerin başında, bir Doğu gezisinde bir ANAP'lı seçmen Turgut Özal'a "köyümüze telefon istiyoruz" diye bağırmıştı. Özal da gülerek "Merak etmeyin. Çok yakında hepinizin cebine birer telefon koyacağız" diye cevap vermişti. Şimdi gerçekten herkesin cebinde, üstelik fotoğraf makineli birer cep telefonu var. Ve dijital teknolojinin internet aracılığıyla ilettiği fotoğraflar, Amerikan sistemini sarsıyor. Biz Türkler, teknolojiyi hep merakla ve hasretle izledik. Ama gelişmiş dünya ülkelerine oranla, biraz geç kavuştuk teknolojinin nimetlerine. Matbaanın Osmanlı Türkü'nün hizmetine 200 yıl gecikme ile girmesi, bunun ilk örneği.
Ama biliyoruz ki Osmanlı'daki Türk olmayan cemaatler için matbaa, icat edildiği dönemden beri var. Örneğin 1492'de İspanya'dan göç eden Yahudiler arasındaki bir aile (Nahmiyas Kardeşler), aynı dönemde İstanbul'daki ilk matbaayı hemen kurmuştur. Ama burada, Türkçe dışındaki kitaplar basılmıştır. Tarihçi Paul Kennedy, Türklerin teknoloji transferine yabancı olmadıklarını yazarken, Fatih'in Macar döküm uzmanı Urban'ı Osmanlı'ya getirtip, o dönemin en büyük toplarını ona döktürmesini, bir "Know-How İthalatı" na örnek olarak verir. Osmanlı'da ilk telefon, ilk demiryolu, ilk otomobil, dünyadan çok gecikmeli olmadan aktarılmıştır.
İlk demiryolunun, 1845'te, İstanbul'da İngiliz sermayesi tarafından döşendiğini biliyoruz. Daha da ötesi, Avrupa'ya giden demiryolu konusunda öylesine istek gösterilmiştir ki, bu demiryolu Topkapı Sarayı'nın bahçesinden geçirilmiştir. Dünyada saray bahçesinden demiryolu geçmesine izin veren, başka bir haneden var mıdır acaba? Uçaklar da Osmanlı'ya hiç yabancı değildir.
ATATÜRK VE UÇAK Örneğin 1910 yılında, aralarında genç subay Mustafa Kemal'in de bulunduğu bir askeri heyet, Ali Rıza Pega'nın yönetiminde, Fransa'ya (Picardie) bir havacılık gösterisine davet edilirler. Manevra sonunda, yabancı subaylar gösteri yapan uçaklarla uçmaya çağırılırlar. Atatürk de bu uçaklardan birine yönelir. Ama Ali Rıza Paşa Atatürk'ün kolundan tutar, -Bilmediğin aş, ya karın ağrıtır, ya baş der...
Atatürk'ün uçağa binmesini engeller. Atatürk, 29 Ekim 1934'te, Cumhuriyet'in 11'inci yıldönümü resepsiyonunda, Ankara Orduevi'nde bu anısını anlatırken, sonucu şöyle bağlamıştır. Uçağa benim yerime başka ülkeden bir subay bindi. Bu uçak havada bir dönüş yaptıktan sonra yere çakıldı. Ölümden kurtulmuştum. Daha sonra Atatürk'ün hayatı boyunca hiç uçağa binmediğini biliyoruz. Herhalde 1910 yılında yaşadığı deney, onda psikolojik etki yaratmıştı. Ama Cumhuriyet döneminde, Başbakan İsmet İnönü, sık sık uçağa bindi. Gazete koleksiyonlarını karıştırırken, 1930'lu yıllarda "Başvekil İsmet Paşa, tayyare ile İstanbul'u teşrif etti" başlıklı haberlerle ve İnönü'nün deri pilot şapkalı ve gözlüklü, bir pır pır uçağın arkasında oturmuş fotoğrafları ile karşılaşırsınız. Tüm dünyanın yaşamını değiştiren televizyon, çok geç girdi hayatımıza...
Gerekçe de döviz tasarrufuydu. Ben ilk defa, 1950'li yıllarda kendime ait bir radyoya sahip oldum. Galenli, kulaklıklı bir radyoydu bu. Sadece İstanbul radyosunu alırdı. Sonra, AGA marka lambalı bir radyom oldu. Orta ve kısa dalgası vardı... 15 metrelik bakır anteni gerip, BBC'yi, Monte Carlo radyosunu falan dinlediğim zaman, sevinçten deliye dönmüştüm. Yeniköy'deki evimize ilk buzdolabı da 1950'lerde geldi. Daha önce yaz mevsiminde, sular soğusun, etler kokmasın, tereyağ erimesin diye, bahçedeki kuyuya iple sallandırırdık bunları...
İp kopup, sepet düşünce de bir adam kuyuya sarkıtılıp, bunları çıkartırdı. Mutfakta da teldolap vardı. Teldolap, hem yiyeceklerin hava almasını hem de sineklerin konmamasını sağlardı. Buzdolabı sahibi olmak çok büyük bir lükstü... Kendime ait ilk otomobil, 1960'ların sonunda, tek kapılı kullanılmış bir Anadol olmuştu.
ANADOLU'NUN KARBÜRATÖRÜ O Anadol'un karbüratöründeki şamandra delik olduğu için, araç sürekli stop ederdi. Ben de cebimde hep tornavida taşırdım. Araç stop edince, kaputu kaldırır, karbüratörü açıp, şamandrayı silkelerdim. Sonra tekrar yola koyulurdum. Anadol'un torpido gözünde de "OTOSAN" yazardı. Bir gün rahmetli ses sanatçısı Necmi Rıza Ahıskan'ı Nişantaşı'ndan aldım, birlikte Boğaz'a gidiyoruz. Şamandraya yine benzin doldu ve araç stop etti. İndim.. Kaputu açıp, karbüratörden şamandrayı çıkartıp, silkeledim. Sonra direksiyona geçerken, tornavidayı cebime koydum...
Necmi Rıza, torpidodaki "OTOSAN" yazısını gösterip, güldü: - Sen bunu oto san, dedi İkinci arabam, bu defa 4 kapılı bir Anadol'du. Vehbi Koç'a borçlanarak ve bu borcu iki yılda ödeyerek satın almıştım bu yeni Anadol'u... İlkine göre çok gelişmişti. İlk televizyonu, 1962'de İngiltere'de gördüm. Türkiye'de benim gördüğüm ilk televizyon alıcısı ise, amcam Necip Sait Barlas'ın Yeniköy'deki yalısında 1960'ların sonunda kurulmuştu. Yalının üzerinde, yalıdan daha büyük bir döner anten vardı. Aşağıda televizyon karşısına toplanıp anteni döndürür ve ekranda bulutlanmalar görünce heyecanlanırdık. Bu kuşak hatırlamaz. Televizyon da bir lükstü 1970'li yıllarda. Ancak portatif televizyonları yurtdışından getirebilirdiniz seyahatlerde...
Bu yüzden, Türkiye için yapılmış ve üzerinde taşıma kulpu bulunan 70 ekran televizyonlar vardı Alman piyasasında. İlk teybi, 1950'nin başlarında gördüm. Bir tanıdık ailenin oğlu, Amerika'dan getirmişti. Ses, manyetik banda değil, çelik tellere kaydediliyordu. Şimdi herkesin dijital teknoloji ile haşır neşir olmasını, internetçileri, cep telefoncuları ve elektronik beyinli otomobilleri izlerken, keyifle gözlemliyorum. Aradan geçen, teknolojiye hasret yılları ne çabuk aştık. Otomobilim arıza yapınca, tamirci, motordaki çıkışları, bilgisayara bağlıyor. Ekranda, arızanın yerini görüyorsunuz. Eğer aracın beyni karıştıysa, bunu, bilgisayara verilen komutla düzeltiyorsunuz.
Tabii ki hayat, eskisine oranla daha karmaşık ve daha pahalı. Ama yine 1980'lerin başını hatırlıyorum. Bir BMW arabam vardı. Çift karbüratörlüydü. Derken karbüratörlerden biri arıza yaptı, araç teklemeye başladı. Yetkili bir BMW tamircisine gittim. Durumu inceledi, - Ağabey, bu Almanlar bu işi bilmiyor. Bu arabaya iki karbüratör fazla. Ben bunların birini çıkartacağım, dedi. Kimbilir, her silindirine bir karbüratör düşen 12 silindirli Lamborghini için ne düşünüyordu? Durum böyle... İnsan kuş misali... Telefonun ahizesine üfleyip, ses gelmesine çalıştığımız 1960'lardan, şimdi telefonla fotoğraf çekip gönderdiğimiz 2000'lere geldik. Ama bu teknoloji, Amerikalı işkencecileri açığa çıkardı neticede.
|