Değil dakikada yüz yirmi, on kez maksatlı maksatlı çarpsa kalpleri, ne yapacaklarını, içlerinden geçenleri kime açacaklarını şaşırırlar. Aşkı hafife alanların başlarından hafifçe dalgalı bir serüven geçtiğinde nasıl bütün ağırlıklarını denize attıklarını biliriz. "Kadın erkek meseleleri mi? Bırak bunları da memleketten bahset!" diyenlerin aşk için olmasa bile meşk uğruna Ankara balkonlarında "çiçek sulamaya" çıktıklarını da biliriz. Hepimiz farkındayız ki, aşkın adı bile üzerimizdeki uyuşukluğu atmamıza yeter. Dünya hangi çağa girmiş olursa olsun, yüzlerimiz hala Romantik Çağ'dadır.
Çünkü aşkı andıran, aşkı çağrıştıran tek bir söz bile gözlerimizi ışıldatır; alnımıza ışık düşürür ve yanaklarımıza genç arayışların pembelikleri düşer...
O yok mu o!..
Bir türlü elle tutup gözle gördüğümüze inanamadığımız; şarkılara, şiirlere, filmlere sızmayı bilip gerçek hayatlarımızı çoğu kez yoksun bırakan o yok mu! O, aşk!..
Evliliklerimizde oturma odasındaki antika mobilyaları andıran o.. O aşk!
Kapımızı bir kez çalıp gitmişse veya hiç çalmamışsa bile, kimselere çaktırmadan tespih gibi özlemini çektiğimiz o.. O aşk!
Bulunca değerini hızla pul ettiğimiz; kaybedince ardından süründüğümüz, o aşk!
Hem göklere çıkardığımız hem de en sıradan arkadaşlıkların hoşlukları uğruna bir kıyıya fırlatıp atabildiğimiz, o aşk!
Yani...
Diyorum ki, sakın biz aşkın gerçekte lafını seviyor olmayalım?..
Galiba asıl sevgilimiz aşk fikri, aşk kavramı, aşk lafı.
Biz aşkın kendisinden çok aşık olma fikrini seviyoruz.
Ötekilere; bizim sevgili gördüklerimize gelince...
Onlar eşlerimiz, flörtlerimiz, gönül oyunlarımız (ne de "gerçekçi" bir ad bulmuşuz, değil mi?), iki kişilik sandığımız kendi kendimize kavgalarımız çoğu kez.
Ama sadece o kadar mı?
Bu çağın insanı aşk hakkında kuşkuları dile getiren dev bir kütüphane bile oluşturmuşken, nasıl oluyor da bu kavram çekiciliğini kaybetmiyor?
Aşıklar günümüzde birbirini "boğuyor", arkadaşlar "eğlendiriyor"ken, nasıl oluyor da yine de herkes, aşk diye tutturuyor? ("Beni aşk ilgilendirmez" diyenlerin sözde rasyonel, gerçekte fena halde nevrotik inkarlarına hiç aldırmam, açıkçası!)
O halde aşktan konuşmaktan korkmamalı.
Belki ruh çağırmak gibidir, aşık olmak!
Çağırdıkça, lafını ettikçe, adını yineledikçe varolabilmektedir aşk. (Bu yüzden aşk edebiyatı olmasaydı aşkın hayatta kalamayacağına inanırım.)
Binlerce yılı, kavgayı gürültüyü, onu düzene sokmaya çalışan otoriter toplumları aşıp böyle gelmiştir günümüze aşk. Konuşa, konuşa...
Aslında kadınlar açık açık, erkeklerse gizliden gizliye biliyor bu gerçeği. Değil mi?
Uçmadan önce...
Genç kadın çok uzun süre kalmak üzere yurtdışına gidiyordu. Herkesle vedalaşıp havalanına gelmişti.
Altı aydır "çıktığı" gençle vedalaşmaları iki gün sürmüştü. İki gün boyunca genç adamın da o ülkeye ne zaman geleceği, nerelere gidecekleri, birlikte ne güzel vakit geçirecekleri üzerine kafa yormuşlar, planlar yapmışlardı.
Aşık mıydı? O başka!
Bu sabah havaalanına gelirken duygularını tartmaya kalkmıştı. Sonuç: Aşık olsa, yurtdışına çıkma kararını bu kadar kolay alır mıydı? "Alamazdım herhalde" diye geçirdi içinden genç kadın; "O da gitmemi bu kadar kolay kabullenmezdi!"
Yine de ortada bir sevgi vardı. Sevmeseler birbirlerini, "çıkmaz"lardı... Öyle düşündü.
Aşkın eşiğine bastıkları bile söylenebilirdi. Çünkü birkaç kez uzaktayken birbirlerini özlemişlerdi. Adam bir iki günlüğüne ortalardan kaybolduğunda "Neredesin? Yanımda olmanı istiyorum, üüüüü!" diye elektronik mektuplar gönderdiğini hatırladı genç kadın.
Ama artık ikisi de birbirlerini değil, ortak planlarını özlüyorlardı.
Ayrılmanın acısı neredeyse hiç yaşanmamış, bir gün buluşacak olmanın "turizmi" daha çekici gelmişti.
Orada birlikteyken çok eğleneceklerdi. Sonra adam geri dönecekti...
Buna aşk denebilir miydi?
Genç kadın duty free bölgesine hiç takılmadan pencere kenarında bir koltuk seçip pistte kalkıp inen uçakları seyretmeye daldı.
Biraz sonra içlerinden biri onu da alıp "uçuracaktı."