Çalışan bir kadının nedense vakti daha boldur. Sizi, iki toplantı, bir bütçe görüşmesi, bir kokteyl parti, alışveriş, ve yarım mülakat arasına sıkıştırıverir.
Oysa bir ev kadını "O gün doluyum, manikür yaptıracağım" der mesela!
Ev kadınları yarım saatlik işleri, bir bütün güne yayma eğilimindedirler.
Erzak alışverişi, saç kestirme, arkadaşla kahve içme, evdeki musluğun tamiri, onlar için tam-günlük işlerdir.
Ev kadınlarının telefon konuşmaları da uzun sürer. "Ne yaptın bugün" sorusuyla karşı karşıya kalan bir iş kadını, gününü "Bildiğin gibi" diyerek özetlerken, sesinde bir an önce sadede gelmenizi rica eden bir uyarı tonunu da hissettirir. Ev kadını ise anlatmaya başlar: "Sabah kalktım. Kahvaltı ettim. Kahvaltıda artık sadece yumurta yiyorum. İlginç bir rejime başladım. Onu da anlatacağım. Fakat bu bizim yeni kadın, yumurtayı bile doğru dürüst yapamıyor. Geçen gün..." Sohbet böyle başlar. Detaylar, tekrarlar ve şikayetlerle örülerek, sonsuza dek devam edebilir.
(Tabii ki belli bir kesimden söz ediyorum. Siz tarla sürüp, çamaşırınızı külle derede yıkayan, ekmeğini kendisi yapan bir kadın olabilirsiniz. Ama o zaman zaten bir çalışan kadınsınız demektir.)
Öğlen yemeği yediğim Leyla, 90'lı yıllar boyunca dergi çıkarırken, bir yandan gece hayatının altını üstüne getirmiş, aynı dönemde gazetelerde yazı yazmış, boş zamanlarında bir sanatçının menajerliğini yapıp, kalan vaktinde de hobi olarak fotoğraf çekmiş bir arkadaşım. Yeni milenyuma girerken evlenip, 2000'de bir de çocuk yapınca, ortalarda görünmez olmuştu.
Onu, bir "freelance" yazı işi teklif etmek için aradım. Randevuya gecikerek, ve nefes nefese, hiçbir şeye vakit bulamadığından şikayet ederek geldi. 90'lı yılların acar gazetecisi, gece hayatının kraliçesi Leyla, ev kadını olmuştu!
Evİm, güzel, sIcak, uyuŞuk evim
"Ev" çok güçlü bir şeydir. Sıcaktır, yumuşaktır, güzel kokar. Tanıdıktır, güvenlidir, yapışkandır, şirindir. Size çok aşık, pek işi gücü de olmayan bir sevgili gibidir. Aranızdaki ilişkiyi belli bir mesafede tutmazsanız 24 saati sizle geçirmek ister. Uyuşturucu özelliği vardır. Alışır gidersiniz. Bütün vaktinizi birlikte harcarken, bir de bakarsınız kuralları o koymaya başlamıştır.
Grip olduğumda anladım bunu.
Beş yaşından beri hafta ortaları evde oturmamış biri için, ilginç bir deneyimdi.
Önce sıkıntıdan patladım. Dayanamayıp, ateşli ateşli, oturup çalıştım.
İkinci gün, fotoğraf albümü yerleştirme, tabloların yerini değiştirme, giysilerimi elden geçirme, daha önce okuyamadığım Susan Sontag'ın fotoğrafçılıkla ilgili kitabına başlama gibi, daha hafif aktivitelere giriştim. Akşama doğru hedeflediklerimin yarısını bitirip, kalanını ertesi güne erteledim.
Üçüncü günü sütlaç yaparak geçirdim. Tam kitabı elime alacakken, akşam oldu.
Dördüncü gün kendimi biraz bitkin hissettim, ve genellikle televizyon seyretmeyi tercih ettim.
Beşinci gün saçımı taramak bile yorucu bir iş gibi gelmeye başladı.
Bir iş kadını için büyük lüks olan her şeyi yapmaya başladım: Üşendim, erteledim, vazgeçtim.
Yavaşladım. Miskinleştim. Ve ev beni yuttu!
Milan Kundera'nın "Yavaşlık"ı gibi, durup farketme, daha önceleri görmediğin şeyleri görme manasında iyi bir yavaşlık değildi ama bu. Kötü bir histi. Daha çok Woody Allen'ın Annie Hall filminde söylediğine benziyordu: "Sıcak, rahat ortamlar bana yaramıyor. Olgunlaşıp çürümeye başlıyorum!"
Bİrİncİ cemre düŞtü, çok yoĞunum!
Ben artık bir ev kadınıydım ve yapılacak her küçük iş, üzerinde düşünülmesi, plan yapılması, stres yaşanması gereken, önemli, ağır, yorucu bir görevdi.
İşe gitmeye falan da hiç niyetim yoktu. Sabah programları, Türk kahvesi, iki telefon, "Burası neden tozlu?" derken akşam oluveriyordu. Zaman sanki bir su gibi akıyordu.
Hayatının berbatlığını farkeden bir eroin bağımlısı gibi, gribim tam olarak geçmeden, ama iş işten geçmek üzereyken, panik içinde, kendimi sürükleyerek ofise gittim ve ilk toplantıda SİLKİNİP UYANDIM!
Leyla ise uyuyup, bir daha da uyanamamıştı ne yazık ki...
"Önümüzdeki 10 gün çok doluyum" dedi.
"Hayrola" diye sordum
"Babamın ortağının kızı evlenecek, 10 gün sonra," diye açıkladı, daha doğrusu açıkladığını sandı ve spagettisini yemeğe devam etti.
Ee?
"Gelinlik minicik taşlarla süslü, ve onları teker teker sen mi dikiyorsun?" "Dügün yemeğini tek başıma pişiririm diye iddiaya mı girdin?", "Nişanlı çifte kerpiçten ev mi yapıyorsun?" gibi sorular geliyor aklıma. Suratıma bakınca anladı tabii. Ve kendine göre "biraz açtı":
"Babamın ortağı, aynı zamanda çok iyi arkadaşıdır!"dedi.
"Haa, ondan demek" diye cevap verdim!
"Tabii, yoksa boş bir zamanım olsa, seve seve. Çok özledim yazı yazmayı. Ama sonra da bayram girecek araya. Mart'ta oğlumun doğumgünü var. Ardından bahar, Bodrum'a yazlığa gidip gelmeler. Yogunum yani. Ekim'de falan başlasam?"
"Tabii, tabii" yaptım. Ve iş konusunda ümidi kesip, öğlen yemeğini kurtarma umuduyla, şundan bundan bahsetmeye başladım: "Bahar modasını gördün mü? Herkes hippi olacak, rengarenk, çok şık. Vanilla Sky'da hiç iş yok, senaryoyu öyle bir dağıtmışlar ki bir daha toparlanamıyor. Gençler niye intihar ediyor sence? On yıl önce bizi üzmeyen kurallar, internet çağında çok mu kısıtlayıcı hale geldi? Zamanla birlikte disiplin kuralları da değişmeli mi acaba? Bu arada Orhan Pamuk'un kitabından sonra herkes bayramda Kars'a gitme planı yapıyormuş. Hatta Gezi dergisi, Kars'ı kapak yapacakmış."
Leyla dikkatli dikkatli bana bakarken, "Bir dakika," diye gülümsedi, "bir telefon edeceğim."
Orhan Pamuk'u mu arıyordu acaba? Aklına bir röportaj konusu mu gelmişti? Belki de Vanilla Sky rezervasyonunu iptal edecekti.
"Alo, Fatma Hanım, o köftelere yeşil biber de koyun. Bir de yanına patates kızartın" dedi, telefonu kapattı, ve tekrar bana döndü:
"Ay çok yoğunum. Ha, ne diyordun?"
Anladım ki beni hiç dinlememiş zaten.
"Ev" dedim, "insanı YUTAR, biliyor muydun?"