kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
30 Mart 2009, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
ÜLKÜ TAMER

Dünya Tiyatrolar Günü

Cuma günü belirli çevrelerde bir kutlamanın etkinlikleri oldu. "Belirli çevrelerde" diyorum; çünkü söz konusu tiyatro... Bu sanat dalı, son yıllarda bir kıpırdanma yaşasa da, geleneksel ilgisizliğimizin sınırları içinde kalıyor. Üstüne üstlük seçim telaşı da işin içine girince, Dünya Tiyatrolar Günü pek de parlak geçmedi. Ücretsiz sergilenen oyunlar bile cılız salonlara oynandı.
Geçmişe dönüp kırk yıl öncesine bakıyorum da, bu alanda ilgi açısından ne kadar gerilemiş olduğumuzu görüyorum. Öteki sanat alanlarında olduğu gibi.
Evet, anılara dönüyorum yine. 1960'ların sonlarında yaşadığım bir Dünya Tiyatrolar Günü'ne.
Elhamra Tiyatrosu'nda Zilli Zarife'yi oynuyoruz. Dünya Tiyatrolar Günü nedeniyle Bakırköy Akıl Hastanesi hastalarını davet ettik. Oyunumuzu onlara sergileyeceğiz.
Otobüsler dolusu seyirci geldi. Salon tıklım tıklım.
Oyun Zilli Zarife'nin randevu evinde geçiyor. Aydemir Akbaş sivil polis rolünde. Seyirciler arasında oturuyor. Bir ara yerinden kalkıp bağırarak sahneye fırlıyor, randevu evini basıyor.
Aydemir salonda bir koltuğa oturdu. Perde açıldı. Oyun başladı.
Sıra randevu evinin basılma sahnesine gelince yerinden kalktı Aydemir. Sahneye fırlayacak, ama ne mümkün!.. Seyirciler yakaladılar onu, bırakmıyorlar.
Bir yandan da bağırıyorlar:
"Otur yerine! Rezil edeceksin bizi!"
Aydemir bir yandan sözlerini söylüyor, bir yandan da seyircilerin elinden kurtulmaya çalışıyor.
Cansiperane verdiği amansız savaş sonunda kurtulup sahneye attı kendini, oyununu titremeler içinde sürdürdü.
Madem, Dünya Tiyatrolar Günü'nden söz açtık, bu sanat dalına kanını canını vermiş bir ustanın, Toto Karaca'nın eşi, Cem Karaca'nın babası Mehmet Karaca'nın bir-iki anısını aktarayım. Kendi ağzından:
Balıkesir'de turnedeyiz. Küçük bir sinemada Maskot operetini oynuyoruz. "Bugün Atatürk şehrimize geliyor. Oyun seyretmek istiyormuş," dediler. Hemen daha büyük bir salona aldılar bizi. O gece Maskot yerine Emir operetini oynamayı kararlaştırdık.
Oyunda Emir, ikinci bir eş almak ister kendine. Kendisine karşı konulur. "Cumhuriyet döneminde birden fazla kadınla evlenmek yasaklanmıştır," denilir. Oyunu değiştirmek istememizin temelinde bu sahne yatıyordu.
Oyun saatinde Atatürk geldi, yerini aldı. Oyun sona erince hepimizi teker teker kutladı, bir zarf içinde de heyete tam 300 lira verdi.
Doğrusu o 300 lira tam zamanında yetişmişti. Çünkü bütün paramız suyunu çekmiş, günlerdir Balıkesir'de rehin kalmıştık. Şehirden ayrılamıyorduk. Atatürk sayesinde borçlarımızı ödeyip İstanbul'a döndük.
Atatürk döneminde Anadolu'da çok turne yaptık. Bu turnelerde aydın yöneticiler de gördük, tiyatronun "t"sinden habersiz, körcahil yöneticiler de.
Bu ikinci tür yöneticilerin belki de en ilgi çekeniyle Konya Ereğli'sinde karşılaştım.
Turneye götürdüğümüz oyunda, hayırsız çocuklarının yoksulluğa terkettiği yaşlı bir adamı oynuyordum.
İlk gece oyundan sonra sinemanın sahibi yanıma geldi, Belediye Başkanı'nın beni görmek istediğini söyledi.
Makyajımı bile silmeden, salonda beni bekleyen Başkan'ın yanına gittim.
Başkan tepeden tırnağa şöyle bir süzdü beni.
"Beyim," dedi, "büyük geçmiş olsun. Ama biz sanata da, sanatkâra da sahip çıkarız. Yarın sabah gelip Belediye'de beni bul."
"Hayrola?" dedim.
"Bırak çocuklarını, lanet olsun. Onları Allaha havale et. Benim biraderin evinde boş bir oda var. Orada kalırsın. Belediye'de de bir kâtiplik ayarlarım sana. Maaşı pek yüksek değildir ama bu sefillikten iyidir. Gül gibi geçinir gidersin."
İkinci Dünya Savaşı sırasında tiyatroya ara vermedik. İstanbul'da da oynadık, Anadolu'da da. Savaşta, Avrupalılar kadar olmasa bile, çok sıkıntı çekiyorduk. Temel yiyecek maddeleri bulunmuyordu. Ekmek bile karneye bağlanmıştı.
Adana'da oyundan birkaç saat önce beş arkadaş gişenin önüne iskemle atmış, çene çalıyorduk. Bir adam belirdi köşede. Yanında on iki yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Bir süre afişe, sonra gişeye baktı. Döndü, gidecekken durdu. Çekinerek yaklaştı. Sonra, "Affedersiniz, siz tiyatrodan mısınız?" diye sordu bana. "Evet," dedim.
Adam çocuğu gösterdi. "Ben," dedi, "oğlumun tiyatro seyretmesini arzu ediyorum. Ama bilet param yok. Acaba ekmek karnemi versem, yarınki hissemi siz alsanız... Ben seyretmesem de olur. Onu burada beklerim."
Sustu. Başını önüne eğdi. Beşimiz birden ayağa fırladık. "Beyim," dedim, "sizin tiyatroya verdiğiniz değer parayla pulla ölçülmez. Bu akşam ailenizle birlikte misafirimiz olursanız şeref duyarız."


Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.

Ayrıntılar için lütfen tıklayın