kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
13 Kasım 2008, Perşembe
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
SOLİ ÖZEL

Demokrasi ve ABD politikası

Bir açıdan baktığınızda demokrasi talebi toplumun hemen tüm kesimlerinde var. Bir dönem AB hedefinin tutkuyla benimsenmesinin arkasında da bu talep vardı. Gerçi toplumun hemen her kesimi daha fazla eşitlik, kendisi için adalet, refah ve özgürlük talep ediyor ancak bunu ilkesel olarak ve kendilerine benzemeyenler için savunma alışkanlığı kökleşmiş değil. Genel ilkeler çerçevesinde konuya bakanların kafalarındaki en önemli sorulardan birisi bu yüzden dış dinamik olmadan Türk demokrasisinin derinleştirmeyi becerip beceremeyeceğiydi.

Popülist otorite
Son iki-üç yılın gelişmeleri bu sorunun cevabının olumsuz olduğunu gösterdi. Yani Türkiye üzerinde bir baskı olmadan ve bu baskıya cevap vermek siyasi aktörlerin iktidarına katkı yapmadığı taktirde demokratikleşmeyi umursayan bir ülke/toplum değil. Toplumun hemen her kesiminin kendi hakları söz konusu olduğunda şahin kesilmesi, başkalarının hakları söz konusu olduğunda süt dökmüş kediye dönmesi hatta bazen açıkça başkalarının hak arayışlarına karşı çıkması durumu özetliyor. Geçende Alevilerin yaptığı yürüyüşe Zaman gibi bir gazetenin layık gördüğü manşet, PKK terörizminin bilediği öfkeler nedeniyle Kürtlerin temel hak arayışlarına karşı toplumun diğer kesimlerinde yükselen tepki bu gerçeği yeterince sergiliyor.
Gene kuşku yok ki Türkiye'de bazı kesimler geçmişte olduğu gibi baskıcı yöntemlere başvurarak taleplere cevap vermeme eğiliminde. Yalnızca devletçi kesimin otoriter eğilimlerinden değil iktidar partisinin de demokrasi anlayışındaki eksikliklerden beslenen popülist bir otoriterliğe doğru şu sıralarda Türkiye yol alıyor. Hukuk sisteminin zaafları, adalet erkinin ideolojisi ve diğer yetersizliklerine bakınca da bu gidişe karşı vatandaşı koruyacak herhangi bir zırhın bulunmadığı ortaya çıkıyor.

AB süreci ilaç olabilir
Türkiye'yi demokrasi konusunda yalpalamaktan koruyacak gelişme AB üyelik sürecinin canlandırılması olurdu. O cenahta da belli ki ne AB ne Türkiye komadaki hastanın ölmemesini sağlamak ötesinde bir kaygı taşımıyor. Avrupa Komisyonu'nun son raporunu da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Komisyon iplerin kopmasından yana değil. Buna karşılık şimdilerde Hırvatistan'a yakın gelecekte de Sırbistan'a üyelik tarihi vermesi sözü edilen AB Türkiye'nin önüne bir hedef koymuyor, Türkiye'nin de buna karşılığı omuz silkmeden ibaret. Muhalefet partilerinin böyle bir derdi olmadığından, kamuoyu bir yanıyla isteksiz bir yanıyla da çaresiz kaldığından iktidar da ipe sürekli un seriyor. Son altı yılın kazanımlarından, özellikle ifade, örgütlenme, basın özgürlükleri ve devletin vatandaşa karşı şiddet uygulaması konularında hızlı bir geriye kayış yaşanıyor.
Türkiye'nin Batı sistemi içinde kalma arzusunun sürdüğü hem hükümet hem de Silahlı Kuvvetler tarafından tekrarlandığına göre bunun demokraside geriye kayma gerçeğiyle nasıl bağdaşacağı sorusu ön plana çıkıyor. Burada Ankara'nın son bir buçuk yıl içinde Washington ile ilişkilerinde yaşanan yakınlaşmaya göz atmak gerekir. Belli ki hükümet Türkiye'nin stratejik öneminin artmasına güvenerek demokratikleşme konusunda üzerinde baskı olmayacağını hesaplıyor. ABD ile stratejik ilişkiyi derinleştirerek Soğuk savaş döneminde olduğu gibi kifayetsiz bir demokrasiyle işleri götürebileceğine inanıyor. Bu hesabın tutup tutmayacağı yeni Amerikan hükümetinin dünya ile ilişkisinde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü ne ölçüde siyasetinin merkezine yerleştireceğiyle anlaşılacaktır.