kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 13 Ocak 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
UMUR TALU
Dipsiz Kuyu

Utanç!

Kavramakta zorluk çekmek için, ille Japon olmak gerekmiyor.
Kültüründeki utanç şiddeti, biraz da insanlık dışı biçimde, harakiriye sürükleyenlerden yani.
"Ayıp, günah, sıkılma, utanma, yüze bakamama, aynaya da bakamama, nedamet, pişmanlık, kendinden tiksinme, ruhunu temizleme, muhasebe, vicdan acısı, vicdan sızısı, içi acımak, özeleştiri" filan, bizim kültürümüzde, kültürlerimizde de öyle ya da böyle mevcut.
Bir de bizim mesleğimiz var.
Bu meslek, teorik olarak, herkese açık olması gereken bir iş.
Özgürce girilmesi, özgürce çıkılabilmesi gereken bir iş.
Tabii teorik olarak!
Yoksa bu işe yatırım, biraz internet dışında, servet işi. Bu meslekte kalabilmek bin badireye bağlı. Kovulmanın yahut kovulma tehdidinin, hatta bazen sermaye sahibinin batırılmasının da özgürlükle filan ilgisi yok.
Ama şu özelliği var.
Tabip odaları, (gazeteci tehdit edeni görmezden gelen adalet anlayışı olsa bile!) barolar, meslek odaları, sonuçta "mesleğe kökten aykırı" iş yapanlara dair, ceza, men gibi özelliklere sahip.
Gazetecilikte asla olmaması gereken bir şey. Yok zaten.
Kim hangi hakla ve esas hangi adaletle, sübjektif fikirlere dayalı bir işte adil ceza kesecek?
Sansür, oto sansür, kovma, tehdit ayrı hikaye!
Bir de makul ya da değil, geçerli hukuk ile yaptırımları var.
Ancak, bu meslekte hayati karar odağı, insanın aklı ile kalbinin sentezi olan vicdandır.
O yüzden, naçizane, 3 bin imzalı "Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hak ve Sorumluluk Bildirgesi" ne de 10 küsur yıl önce yazmıştım ki, "Esas emanet mercii, vicdanlardır."
Tabii ki okurla, meslektaşlarla, meslek örgütleriyle, müesseseyle, kamuyla hesaplaşma, hesap sorarken hesap verebilme içindesinizdir sürekli.
Lakin beceri, bilgi, tecrübe, emek, akıl, zeka, başarı bir yana; vicdanda başlar ve sonunda orada biter.
Üstteki nitelik ve sıfatların önüne "vicdansız" ekleyin, "vicdansız zeka" gibi, bakın ne oluyor!
Ne olduğunu aslında biliyorsunuz.
Yine de okur olarak hem muhtemelen çoğunu unutuyorsunuz; hem de "sizinkiler, bizimkiler, ötekiler" gibi ayrımlarınız olabiliyor.
Olabilir.
Peki biz?
Başkası bir yana, öncelikle kendimiz kendimizi nasıl unutabiliriz!
Hikayelerimizi nasıl yarım hatırlayabiliriz!
Asıl, utançsız nasıl insan olabiliriz!
Doğru dürüst özeleştiriden geçmeden, mesleki, insani, vicdani günahlarımızı nasıl taşıyabilir, taşımak ne kelime, hiç olmamış, hiç yaşanmamış, hiç yapmamışız farz edebiliriz!
Yeni Şafak'ta Şaban Arslan' ın soruları üstüne, Sabah'ın kurucu sahibi Dinç Bilgin özeleştirilerde de bulundu.
Bir "patron" açısından önemli ve epeyce; bana göre çok eksik.
Bulunmaya teşebbüs etti hiç olmazsa. Zaten epey bedel ödediği duygusuyla.
Oysa, burada, orada, şurada; çeşitli dönemlerin "utancı" nı gazeteci olarak taşıması gerekenlerin, maşallah ne itibar, ne makam, ne maddi, ne de manevi sorunu olmuş.
Hep haklılardı; hep öyleler.
Hep yerli yerinde, hep sağlam yerlerindeler. Yerleri de sağlam, bir yerleri de.
O yüzden şöyleler:
Sadece "28 Şubat dönemi" nde Genelkurmay özel ulağı olmuyorlar.
Öncesinde bazen Çiller'in, sonrasında kah Yılmaz' ın, Ecevit' in, ille Hüsamettin Özkan' ın, arada yine askerin, sık sık kimi elçilerin, mutlaka iş dünyasının, kendilerine en yabancı gelen bu iktidarın bile bir şeyi oluveriyorlar.
Bazen patron, bazen kendi menfaatleri için; özünde hep güç için, hep güçlü için!
"Patrondan patrona" geçince de, el, ip ve sahne değişse de, oyun ve rol aynı oluyor.
Bu bir tarz.
Bir yaşam biçimi; mesleği, hayatı idrak ediş hali. Bunlarda "utanacak bi şey görmeme" durumu. Utancı mesleki, toplumsal, insani zorunluluk saymama pişkinliği.
Utancı vicdandan söküp atma başarısı! Kutlanası.
Japonlara ihraç edesi, uzun uzun anlatası!