Nasıl bir insanlık bu! Gaz kapanında boğuluvermiş 7 gencin cesedini de parça parça ediyorlar.
Orada öyle kıvrılıvermiş gencecik ölüme müstahak olduklarını kusarak.
Üstelik, sözde "inanç" namına.
Üstelik, her ölüsünü "yıkayarak" kaldıran, beyazlara saran, son yolculuğunun son dualarında tüm günahlarının affedilmesini isteyen, bunu "amin"lerle onaylayan cemaatten "nasıl bilirdiniz" sorusuna "iyi" cevap isteyen bir inanç adına, sözde!
Her ölümde, her kıyımda ilahi bir ceza arayın e mi! Kendi başınıza her gelende de!
Hoyrat ülkemin hoyrat insaniyeti, hoyrat cemiyet ve cemaati, hoyrat gazeteciliği! Dertleşme Bizim mesleğin çok kıdemlisi arasında
"sonraki kuşaklar"dan sayılırız.
Öyle diye diye, 30 yılı bulmuşum.
30 yılı her kademede, çok sayıda gazetede çok patron, yönetici ve meslektaşla geçirdim.
Üzüldüğüm, kırıldığım çok oldu; kırmışımdır da elbet, ama önce vicdanımla mücadele ederek yaşadığım gazeteciliği, son nefeste de pişman olmadan, böyle bir meslek için şükrederek anacağımdan eminim.
Genetik tarih Sadece ömrü tarihimi, talihimi değil de, kiminin kader saydığı gibi
"Genetik tarih ve karakter"i hesaba katarsam...
Namık Kemal'in sürgün yolunda gazetesini büyük dedeme emanet ettiği günden beri, kesintisiz; dedem, babam, halam, hala ailemle,
"genlerim" gazeteciliğin
Türkiye ömrüne karışmış halde.
Yüz yılı aşmış. Yüz yılın
"genetik özet"i, hem meslek, matbaa, düşünce, yazı, bir şey diyebilme, bir şeylere müdahale, doğru bir şey yapabilme tutkusuyla
"ateşli sevda"... Hem de, hepsinin kişisel tarihindeki
sık yalnızlık. Bir bakıma,
yüz yıllık yalnızlık.Bir güce boyun eğmeme, fikri ve vicdanıyla hür ve bağımsız düşünme, yazabilme çabası. Kiminin kırgın ama sessiz biçimde kendini alıp kaçışı da öyle...
Kiminin sesini yükseltmesi, misal dedemin, onu iki (hatta üç) kez
"Matbuat Umum Müdürü" seçen
Mustafa Kemal de dahil, en güçlü şahsiyetler karşısında boyun eğmeyip dil bükmeyip laf esirgemeyişi, ömrünün sonlarını bir otel odasına yatırarak köprüleri yakışı da!
Bu
"şahsi" yazı tarzı,
"kimlik" arzı için değil, daha ziyade
"kişilik"ten bahis için galiba.
Kırmızı halı Bu
"kişilik" mesleği öyle gözünden değil, özünden sevdi.
Güçlülere bir şey diyebilme, güçsüzlerin bastırılmış sesini biraz yansıtabilme, cumhuriyet ideali ile demokrasi hayalinin esasını pazarlamacılarına hatırlatabilme, gazeteciliğin asli işlevinin haber, bilgi kadar, toplumsal eleştiri ve siyasi, mali, askeri, sosyal, kültürel iktidarların denetimi olduğunu hep hatırlayabilme gibi şeyler işte!
Mesleğe en büyük ihanet saydığım hep
"bir gücün, bir iktidarın uzantısı olmak"tı.
Gazetecinin, gazetenin, gazeteciliğin utançtan kıpkırmızı halı gibi güçlülerin ayağına serilmesiydi. Bir servisi, bir gazeteyi öyle bir gölgede yönetmedim; mümkün olmayacağını anlayınca bıraktım.
Yazı daha farklı. Gazetenin, işletmenin, patron ve çalışanın sorumluluğu, denge ihtiyacı o kadar yoktu; hakaretsiz ama sık sık sert, hep özgür yazdım. Özgürce kovuldum da.
Kimi şeyi kovulduğum için yazmadım; yazdığım için kovuldum. Hak yemeyeyim, yıllarca o tarzıma bir şey demeyen çok oldu. Her patronaj ve her yönetmenle burada olduğu gibi.
Sinsi sinek Ciddi bir nefretim
"sinsilik"e karşı oldu.
Bu yaygın, pis hastalık; bazen ağlarına alır, pusuda kurt, deride kene, kanda parazit, ensede sülük olabilirsiniz.
Fesatla, tuzakla, tezgâhla, kaydırma, koydurma, çelme, ihbarla dişlerken birini, lekelenirsiniz.
Kimileri buna yatkın ve tutkun olur.
Kimimizin vicdanı acır.
Kimimiz kaçınır. Kimimiz kaçarken ağlara takılır.
"Sinsiler" çeşitli
"iktidar biçimleri" nin ulak ve uşaklarıdır.
Sinsi; bir kudretli önünde sinen, ona biat ve itaatle başkasını sokmak için sinekleşen, sıtma kuryeliğini içine sindirendir! Kıymeti varsa Bu kadar yoldan dolaşıp sadede gelirsem...
Kendine
"liberal" dediğine göre,
Ergun Babahan'la belki hayata tüm bakışımız, her haber, olay karşısında tutumumuz, bazen gazeteci tarzımız aynı olmayabilir.
Ama ben de onun meslek hayatında rol oynadım, o da benimkinde. Bazen ben el verdim; bazen o bana.
İzmir basınından İstanbul'a ilk gelişine sebep oldum. Oradaki hayal kırıklığıyla Hürriyet'e gittiğimde yanımdaydı.
Yıllar sonra,
Sabah batırılmak istenirken, kuşatılmış, torpillenmiş, içten vurulmuşken;
Ciner ve
Bilgin, tirajı, itibarı düşmüş
Sabah'ı ona teslim ettiler.
Büyük ama yaralı gazete, elbet patron sermayesi ve aklıyla da, ama çalışanların emeği, ruhuyla da büyük grup karşısında yok olmaktan kurtuldu. Ülkeyi, siyaseti, medyayı dengeledi. İyi oldu.
Hıncal Uluç, Salih Memecan, Yavuz Donat ve
Sabah'ı hayata döndüren onca
"gitmeyen"in büyük katkısıyla tabii, belki o ara katılan bizlerin de çorbada bir tutam tuzuyla.
Sonraki çalkantılarda, gazete yuvarlanırken,
Ergun, öyle ya da böyle, hep su alabilecek hassaslıktaki gemiyi, bayrağı ve kitle gazetesi kimliğini ayakta tutmaya çabalayarak yüzdürdü.
Ahmet Çalık aldıktan sonra da.
Yirmi yıldır
Sabah'ta aklı, emeği, tabii ki yanlışı da, ama epey doğrusu da var.
6 yıla varan kendi katkımı onun yirmi yılıyla aynı terazinin birer kefesine koymaya utanırım;
Sabah'ın uzak, yakın tarihine henüz milim katkısı olmamış kimi paraşütçüyü o kefeye nasıl koyayım...
Tabii ki yöneticiler, çalışanlar gelir, gider. Patronlar bile gelip gidiyor.
Babahan da, nasıl daha önce gittiyse, yine isteğiyle belki de hiç istemeden
"veda"laşıyor.
Başıma da çok geldiği için, her
"veda"da
"vefa"ya;
"adalet, hakkaniyet terazisi"ne bakarım.
O yüzden, içtenlikle söyleyeyim, bir kıymeti varsa, çok üzüldüm ve düşünüyorum ki...
Yayın tarihi: 4 Ocak 2009, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/01/04//talu.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2009, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.