kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
20 Aralık 2008, Cumartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
MEHMET BARLAS
BAŞYAZI

Mevlana bugün yaşasaydı manşetlerden hiç inmezdi...

İnsanlığa aşkı, sevgiyi ve hoşgörüyü sunan Mevlana'yı, bir ölüm yıldönümünde yine andık.
1273'ün Aralık ayında 66 yaşındayken hayata gözlerini yuman Mevlana ölümü en büyük sevgili olarak bildiği Allah'a kavuşma ânı olarak düşündüğü için, öldüğü gün de "Şeb-i Arûs" yani "Düğün Gecesi"
olarak kabul edilir.
Artık gelenek oldu.
Konya'daki Şeb-i Arûs törenlerinde iktidar ve muhalefet liderleri, Mevlana'ya atıfta bulunarak hoşgörülü konuşmalar yapıyorlar.
Sade biz Türkler değil dünyanın her köşesindeki Mevlana'dan esinlenen insanlar da, güncel sorunların ağırlığından sıyrılıp, Mevlana öğretisinden kendilerine dönük ışıklar arıyor.
Onun dizelerinden herkes değişimin hem kaçınılmazlığını hem de çekiciliğini bir kez daha hissediyor:
"Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan donmadan akmak ne hoş
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım"
Sağlığımdaki bir sorunu ameliyatla gidermek için geçen haftalarda Amerika'ya giderken, yanıma aldığım kitaplardan biri Ahmet Ümit'in "Bab-ı Esrar" romanıydı.

Şems ile Mevlana
Bu romanı okurken hep "13 ' üncü yüzyıl Anadolu'sunda bugünkü Türk gazetecileri mesleklerini bugünkü gibi icra etselerdi, acaba Mevlana Olayı tarihten günümüze nasıl aktarılırdı" sorusuna takıldım.
Düşünün ki, asıl adı Şemseddin Muhammed olan 1185 doğumlu Şems ile Mevlana, 15 Kasım 1244'te, Konya'da "Merc-el Bahreyn" diye isimlendirilen noktada karşılaşıp, müthiş bir beraberliği başlatıyorlar. "Merc-el Bahreyn" kavramı Kuran'da geçen ve "Yaradan'ın acı ve tatlı sulu iki denizi buluşturması" ndan alınmış.
Öyle bir beraberlik ki bu, dönemin insanları bir yandan iki erkeğin günlerce bir odaya kapanmaları üzerinde dedikodular yaparken, bir yandan da Mevlana'nın evlatlığı olan Kimya Hatun'u, ondan çok yaşlı olan Şems'e eş olarak vermesinin nedenini anlamaya çalışıyorlar.
Sonunda Kimya Hatun da, Şems de öldürülüyor.
Acaba Kimya Hatun'u Şems ve Şems'i de Mevlana'nın oğlu Alaaddin Çelebi mi öldürdü?
Ahmet Ümit'in "Bab-ı Esrar" ını okurken, kendinizi 13'üncü yüzyılın "Susurluk" una veya "Ergenekon" una benzer bilinmezlerle dolu düşünce bulutları içinde de buluyorsunuz.
Bir yandan da öğreniyorsunuz.

İnsanı kamil olmak
"İnsan-ı kamil" olmaya giden yoldaki kapıları Mevlevilerin nasıl araladıklarını, semazenlerin sema ayini boyunca dört ayrı mertebeden nasıl geçtiklerini romanın sayfalarında izliyorsunuz.
İlk kapının "Şeriat kapısı", ikincinin "Tarikat kapısı", üçüncünün "Marifet kapısı", dördüncünün de "Hakikat kapısı" olduğunu anlıyor, semazenin yukarı açılan sağ eli ile Hak'tan alınanı, yere açılan sol eli ile halka verdiğini biliyorsunuz.
Bedenim New York'taki bir hastanede yatarken elimdeki
"Bab-ı Esrar" sayesinde aklım Konya'da ve 13'üncü yüzyıldaydı.
Ahmet Ümit'i, Selim İleri'yi, Elif Şafak'ı, Reha Çamuroğlu'nu, Ayşe Kulin'i okurken, bazen Bizans'ın, bazen 1915'e damgasını vuran Ermeni sorununun, bazen Bektaşiliğin, bazen Boşnak-Sırp kan davasının içine girip, bilinmeyenlerin kapısının aralandığını hissediyorsunuz.
Amerikan romanının Irwing Wallace'sini, James Mitchener'ini aratmayan bir düzeyi yansıtıyor bu isimler.
Acaba Mevlana-Şems birlikteliği bugün olsaydı, magazin medyası bunu nasıl değerlendirirdi?