Elimizle, tırnaklarımızla yeniden mezarları açıyoruz.
Mezarlara beton dökülmüş, cesetler parçalanmış, kemikler toz edilmiş, bir ışık arıyoruz.
Hakikatten bulabildiğimiz kemikleri, bir kefen parçasını, çoktan toprağa karışmış bir tutam hatıra kalıntısını morglara taşıyoruz.
Soğuk otopsi masasında boylu boyunca sorularımız yatıyor.
Bir torba kemik, bir dirhem kanıt, bir çuval merak yatıyor.
Bir mezardan bir albayı çıkartmışız, bir başkasından gazeteciyi, bir ötesinden bir profesörü, topluca katledilmiş gençleri, köylüleri, askerleri derin uykularından uyandırıyoruz, kendimizi uykularımızda sarsıyoruz, kabuslar arasında yüzümüzün karasıyla yüzleşmek istiyoruz.
Onu kim öldürmüştü, ötekini kim, berikini nasıl, şu karanlıktaki kimdi, şu hakikatte neydi? Muamma bir tarihin orta yerinde...
Onlar bizim yaşayan ölülerimiz ve hakikati bulmadıkça, bilmedikçe, biz ölü yaşayanlarız! 12 yıldır Aşağıdaki yazıyı tam 12 yıl önce,
4 Aralık 1996'da Milliyet'te yazmışım:
"Cumartesi anneleri denen kayıp yakınlarını biliyorsunuz. Fazla ilgilenmemiş olsanız dahi, en azından duydunuz.
"Toplum" olduğumuzu sanıyorsak, o insanlara gerçeği borçluyuz. İnsan toplulukları, aralarından birilerinin haksız yere ödedikleri bir bedeli de toplu halde üstlenebiliyorsa anlamlı bir toplum olabilirler.
Oylarımızla
"meşruluk" kazandırdığımız bir düzen var ve bazı insanları
"aramızdan" alıp yok edebiliyor.
Bu, kimsenin kendine ait sorunu olamaz. Toplumsak eğer, basılan toplumsal damardır.
Bunun karşısına kimse başka acılı insanları, örneğin şehit yakınlarını da koyamaz.
Her ikisi de tek tek ve toplu halde sorgulanacak ağacın kollarıdır.
Bir gazete haberinde, orgeneralin,
Eşref Bitlis'in ölümündeki gerçeği arayan yakınlarına rastlıyorsunuz.
Bir başka haberde, hırpalanan bir kadın, Tomris Özden "şehit albay" kocasının ölümündeki sırların peşine düşmüş."Kurşun atan şerefliler" vesilesiyle, 18 yıl önce katledilen 7 genç zaman tünelinden çıkıp geliverdi. Yok edilen evlatlarının ardından çökmüş, kimi dayanamamış, kiminin acısı küllenmeye yüz tutmuş yakınları 18 yıllık karanlığın içinde gerçeği aramaktan bitkin düşmüş.
12 Eylül öncesinden kalan, bugün çoğalan binlerce aile, yüz binlerce insan içimizden birileri.
Onlara müthiş borçluyuz. Gerçeği,
"ucu kime giderse gitsin", o uçlara hesap sormayı borçluyuz.
İşinizde gücünüzde huzurlu ve mutlu olma çabalarınıza saygı duyuyorum sayın okur.
Ancak, bu borçları siz, biz, hepimiz yüklenmedikçe, onur duyacağımız, güven duyacağımız bir ülkemiz olmayacak.
Ne çocuğunuzun başarısı, ne takımınızın galibiyeti, ne bir şirkete kalite ödülü, ne bir doktorun yeteneği, ne
"Türkiye'de güzel şeyler de oluyor" tesellileri ülkenin onurunu ayağa kaldırabilir.
Bu borca sünger çekemeyiz. Fark etmesek de, umursamasak da, peşimizi, yakamızı bırakmayacak.
Linç hukuku Yazılar yazıları, acılar acıları kovalamış.
Bu ülke, devlet (ve millet), sivil ve asker yetkili, hükümet ve adalet olarak
"Albay kocasının ölümündeki hakikati arayan bir kadın"a ne yapmış, hatırlıyor musunuz?
Kadını itibarsızlaştırmak, kocasını sevmediğini, kocasının onu sevmediğini kanıtlamak, dedikodu yaymak, kadını kamuoyunda ve mahkemede mahkum etmek, teröristle işbirlikçi saymak, hain kılmak, kadın erkek hep birlikte
kadını linç etmek. Bir merakım şu:
O sırada, şimdi yaşı müsait olan siz mesela, evet siz beyefendi, siz ne düşünmüştünüz?