kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
27 Ekim 2008, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
ÜLKÜ TAMER

"Poet" otobüs yolcularını kurtarmıştı

Makedonya'daki Struga Şiir Akşamları'na Dağlarca'yla, Oğuz Akkan'la birlikte beni de çağırmışlardı. Bu şenliğe ilk katılışım olacaktı. Üsküp'te toplanılacak, oradan topluca Struga'ya götürülecektik. Dağlarca'yla Oğuz'a nasıl gidileceğini sordum. "Otobüsle," dediler. "Biz biletimizi aldık. Öğleden sonra saat üçte kalkıyor. Daha bir hafta var, ama bir an önce sen de git, biletini al."
Gittim şirkete. "Hiç bilet kalmadı," dediler. "İsterseniz saat dörtteki otobüsle gönderelim."
"Peki," dedim, biletimi aldım.
Dağlarca'yla Oğuz, "Bizim otobüs sabah saat dokuzda Üsküp'te oluyor," dediler. "Seninki onda gelir. Otogarda oturur, seni bekleriz."
"Sağolun," dedim.
Bir hafta sonra Vatan Caddesi'ne gittik birlikte. Onları yolcu ettim. Bir saat sonraki otobüse de ben bindim.
Otobüs de ne otobüstü ya! Bizim halk otobüslerine rahmet okutur. Ayakta yolcular, sepetler, plastik testiler, şişeler. İkide bir bozuluyor, gece yarısı dağ başlarında duruyor.
Sabah on yerine öğleden sonra üçte vardık Üsküp'e. Otogarda Dağlarca'yla Oğuz yok elbet. O saate kadar bekleyecek değiller ya! Kalacağımız otele gittim. Sordum, Dağlarca'yla Oğuz gelmemiş.
Ertesi sabaha kadar da gelmediler. Kahvaltı edildi. Herkesi Struga'ya götürecek otobüs otelin kapısına dayandı. Saat onda hareket edilecek. Şoför tam kontak anahtarını çevirirken bir taksi kesti önümüzü. İçinden alı al, moru mor Dağlarca'yla Oğuz çıktı. Onların otobüsü benimkinden betermiş meğer! Yirmi beş saat gecikmeyle geldiler.
Dağlarca şenlik sonuna kadar söylendi.
Şenlik sırasında uzak bir dağ köyüne götürdüler bizi. Köyde bir anıt. Dev bir kubbe. Kubbede kocaman on altı delik var. Delikler, Osmanlı İmparatorluğu zamanında köyün Türklere on altı gün direnişini simgeliyormuş.
Kubbenin altında toplandık. Şairler şiirlerini okuyacak. Beşaltı şair okudu. Sonra gökyüzü ansızın karardı, yağmur başladı. Öyle bir yağmur ki, ben ömrümde böylesini az gördüm. Kubbedeki deliklerden tepemize iniyor.
Şiir miir unutuldu elbet. Otobüse kaçtık. Herkes sırılsıklam.
Dağlarca, "Siz yine dua edin," dedi.
"Bunlar on altı gün direnmiş. Ya yüz gün direnselerdi? Kubbe deliklerden elek gibi olur, yağmur iliklerimize işlerdi."
Ertesi yıl bir daha gidecektik Struga'ya. Dağlarca'ya Altın Çelenk ödülü verilecekti. Bu kere Oğuz yerine Süreyya Berfe vardı yanımızda.
Otobüsle gittik yine. Yugoslavya'ya girerken gümrükçüler bir kenara çektirdiler bizi. Baktık, yan yana bir sürü otobüs. Gümrükçüler çay içiyor. Şakalaşıyor. Akıllarına esince de bir otobüsün yanına gelip yolcuları aşağı indiriyor. Eşyalarıyla birlikte. Bavulları, çantaları açtırıyor, bağırıp çağırıyorlar. Hele bir gümrükçü var ki aralarında, düşman başına! Kıyameti koparıyor. Neredeyse herkesi kurşuna dizecek!
Uzun süre bekledik. Sıra bizim otobüse geldi. Topladık eşyalarımızı, indik. Tek sıra olduk. O nemrut gümrükçü düşmez mi bize! Başladı yumruğunu havada sallayıp bağırmaya. Ne dediğini anlamıyoruz, ama şarkı söylemediği kesin. Bavulları açtırıyor, eşyaları fırlatıp atıyor, yolcuların yakasına yapışıyor. Herkes zangır zangır titriyor.
Derken Dağlarca'nın önünde durdu gümrükçü. Uzun uzun baktı ona. Yüzüne bir gülümseme yayıldı ansızın. Hazırola geçti. Dağlarca'nın eline yapışıp başladı öpmeye. Elini bıraktı, boynuna sarıldı.
Durdu. "Poet!" diye bağırdı. Bir şeyler söyledi.
Makedonca bilenler anlattılar. Meğer bir akşam önce televizyonda Altın Çelenk ödülüyle ilgili bir program varmış. O programı seyretmiş. Üstadı da şıp diye tanımış.
Bütün gaddarlığı silindi gümrükçünün. Herkes sırtı sıvazlanarak sevgiyle otobüse bindirildi.
Bir de şiirin işe yaramadığını söylerler!

Şenlik boyunca Dağlarca'nın gönüllü çevirmenliğini yaptım zaman zaman. Dünyanın dört bucağından gelmiş sanatçılar çevresini sarıyordu üstadın. Onu soru yağmuruna tutuyorlardı.
Günün birinde bir İngiliz şairle konuşurken, "Ya herru ya merru," dedi. Bana döndü sonra: "Bunu aynen çevireceksin."
Ya herru ya merru... Bunun İngilizcesi ne ola ki? O anlamda bir şeyler söyledim. Dağlarca kuşkulandı.
"Aynen söyledin mi?" diye sordu.
"Anlamını bozmadan söyledim," dedim.
"Olmaz. Aynen çevireceksin. Ya herru ya merru diyeceksin."
"Merak etmeyin. Söylemek istediğinizi anlattım."
Yüzüme uzun uzun baktı Dağlarca.
"Herru'nun İngilizcesi nedir?"
"Yok öyle bir şey."
"Merru'nun İngilizcesi?"
"Merru diye bir şey yok ki İngilizcede."
Üstadın bana güveni sıfıra inmişti. Kestirip attı:
"Sen İngilizce bilmiyorsun!"