Sandviççiden modern bir restorana dönüşen Panino Giusto'nun, İsviçre, Japonya ve İstanbul İstinye Park'ta da birer şubesi var. Hem gözü hem damağı mutlu eden makarna, rizotto, pizza ve Milano usulü bifteğiyle de kısa sürede adından söz ettirmeye başladı..
Günümüzde uluslararası bir zincirin parçası olmak ya da dünyaca tanınmış bir markanın lisansıyla üretim yapmak avantaj sağlıyor. Lisanslı dergilerin ilan toplama şansı daha fazla, uluslararası markalar, adı bilinmeyen yerli markalardan daha iyi satıyor. Bu nedenle de her üreticinin gönlünde uluslararası bir marka yaratma hayali yatıyor.
Bu sözünü ettiğim, gerçek yeme içme dünyası için de geçerli. Türkiye'ye gelen bir turist, ülkesinde veya gittiği dünya metropollerinde bir şeyler yiyip beğendiği bir restoranın adını burada da gördüğünde, şansını başka yerlerde denemektense, bildiği mekânı tercih ediyor.
Kişisel olarak Türk restoranlarını çok önemsediğim, kendi mutfak ürünlerimizi dünyanın hiçbir yemeğine değişmeyi aklımdan bile geçirmediğim halde, adını veren kuruluşun sıkı denetimi altındaki lisanslı restoranlarda hayal kırıklığına uğrama şansının daha az olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Nitekim ülkemize gelen Michelin yıldızlı ya da yıldızsız lisanslı restoranlarda servis aksasa, fiyatlar abartılı pahalı olsa bile, yemeklerin kalitesinin daha ilk günden belirli bir düzeyin üzerinde olduğunu görüyorum.
GECE SANDVİÇÇİSİ
Geçen hafta İstinye Park'ın giriş katındaki Panino Giusto adlı restoran-kafede yemek yerken, aklımdan bu düşünceler geçiyordu. Aslında burası 29 yıl önce İtalya'da sandviççi olarak açılmış bir zincirin Türkiye'deki ilk halkası. O yıllarda İtalya'da restoran ve pizzacılar gece yarısı olmadan kepenklerini kapatırken, Milano'da açılan ilk Panino Giusto, gecenin ileri saatlerine kadar değişik sandviçler sununca, kısa sürede moda mekânlar arasına girmiş. Nitekim bugün adındaki 'panino' sözcüğü, hâlâ o ilk sandviççi konseptini yansıtıyor.
Kuşkusuz her alanda olduğu gibi yeme içme sektöründe de yerinde sayan kuruluşlar, silinip gitmeye mahkûm. 2002 yılına gelindiğinde Panino Giusto'nun da sadece sandviççi olarak kaldığı takdirde bu akıbete uğrayacağı fark edilmiş olmalı, o tarihte İtalya'nın birçok kentinde şubesi bulunan bu zincir, modern bir restorana dönüştürüldü, ardından da İtalya dışına sıçradı. İsviçre ve Japonya'dan sonra bu yılın başlarında İstanbul'da da ilk şubesi açıldı ve adından söz ettirmeye başladı.
Ben de buraya gitmeden önce methini birçok kişiden duyduğum balkabağı çorbasına midemi hazırlamıştım. Üstelik dışarıda tam da çorba havası vardı; İstanbul'da seller gidiyordu. Ama ne yazık ki restoran, sonbahara hazırlıksız yakalanmıştı. Mönüde adı geçen birbirinden cazip çorba çeşitlerinin hiçbiri olmadığı gibi, sadece mönüde bulunmayan brokoli çorbası vardı, o da benim son tercihim çorbaydı. Bu hayal kırıklığından sonra restoranın kalitesini gösterebilecek çeşitlerden tatmaya başladık.
Burada sadece kendi yaptıkları makarna çeşitleri bulunuyor. Ayrıca bunların da birçoğu Panino Giusto'nun kendi özel sos ve malzemeleriyle yapılıyor. İlk siparişimiz fesleğenli, çamfıstığı, parmesan ve keçi peyniriyle hazırlanmış 'strozzapreti' oldu. İtalyanların hamur işlerine verdikleri adların nasıl bir görünümde olduğunu anlamak için insanın yanında fotoğraflı bir rehber taşıması gerekiyor. Strozzapreti de uzunca, yuvarlak bir makarnanın adı. Bol fesleğen sosuyla hem gözü hem de damağı okşayan çok kaliteli bir 'pasta'ydı bu. Mönüde bunun dışında birbirinden farklı sekiz değişik makarna çeşidi vardı.
RİZOTTO SINIFI GEÇTİ
Benim İtalyan restoranlarında kalite kriterlerimden biri de rizottolardır. Makarnanın başarısının ardından çekine çekine ısmarladığım porçini mantarlı rizotto da rahatça sınıfı geçti. Mantarı bol, kıvamı mükemmeldi. Daha başka yemekler de tadacağımdan, tabağımdakini tümüyle bitirmemek için kendimi zor tuttum. Ortaya bir de pizza söyledik. Bize servis edilmeden önce yan masadaki aile, önlerine gelen pizzaya büyük bir iştahla girişti. Birkaç lokma atıştırdıktan sonra ailenin reisi eşine, "İstanbul'un ünlü pizzacılarının çoğunu geride bırakır," yorumunu yaptı. Az sonra biz de tattığımızda, ona hak verdik. Ana yemeklerden de denemek gerekiyordu. Gerek Viyanalılar gerekse Milanolular bizim 'şnitzel' diye bildiğimiz pane edilmiş dana bifteğine sahip çıkarlar. Viyanalılar şnitzel derken, İtalya'da onun adı 'Milano usulü biftektir' ve her iki versiyonuna yapılabilecek en büyük ihanet, tavada pişirirken eti kösele gibi kurutmaktır; ne yazık ki derin tavalarda çoğu kez etin hazin akıbeti bu olur. Panino Giusto'da yediğim pane edilmiş biftek, adı ne olursa olsun, alanında bir başyapıttı. Yemeğin üzerine garsonun tavsiyesine uyup tiramisu ısmarladık.
Buraya özgü, değişik bir yorumu vardı ama memnun kaldık. Üzerine de okkalı bir espresso yudumladık. Kuşkusuz bu ilk gidişimizde ne buraya adını veren iddialı sandviçlerini tadabildik ne de zengin salata çeşitlerini... Bunları bir gün öğle yemeğinde denemeyi düşünüyorum. Yemek yerken bardaki zengin içki çeşitleri dikkatimi çekti. Ancak sadece Doluca'nın kendi ürettiği ve ithal ettiği şarapları bulundurmasını, bira seçenekleri arasında ise ithal biralara yer vermemesini eksiklik saydım. Yine de bir alışveriş merkezinin içinde çeşitli mağazaların arasına sıkışmış bir cafe restoranda, böylesine kaliteli bir yemek ve servis ile karşılaşmak gerçekten hoş bir sürpriz oldu.
Yayın tarihi: 11 Ekim 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/10/11/ct/haber,EA8AFA15A6EE42D0A6A82EB774B66376.html
Tüm hakları saklıdır.