Günümüzden tam 50 yıl önceydi... Şair, 1958 yılının 1 Haziran gününde yazar "
Gökte bulut yok / söğütler yağmurlu" dizeleriyle başlayan ünlü şiirini... Ve şöyle devam eder:
Tuna'ya rastladım akıyor çamurlu çamurlu hey Hikmet'in oğlu, Hikmet'in oğlu Tuna'nın suyu olaydın Karaorman'dan geleydin Karadeniz'e döküleydin... Şair Nâzım Hikmet'tir, memleketine olan özlemini 'Viyana dolayları'nda yazdığı
Tuna Üstüne Söylenmiştir adlı şiiriyle anlatan... Bu şiirin yazılışının üstünden tam 50 yıl geçti... Sert geçen kış mevsiminin ardından, havaların ısınmasıyla birlikte Avrupa'da donan nehirlerdeki buzların kırıldığı ve akıntıyla Karadeniz'e, oradan da dalgaların omzunda İstanbul Boğazı'na kadar taşındıkları bilinir. Eski İstanbullular, Boğaz'ı tıkayan buzların üstünde yürüyerek, karşıdan karşıya nasıl geçtiklerini hâlâ anlatırlar. Şu hayat ne garip bir yer; Tuna'nın taşıdığı buzlar neredeyse bir mucizeyi gerçekleştiriyor da, ülkesine, insanına duyduğu özlemi Tuna'nın suyuyla İstanbul'a taşıyan koca Nâzım'ın dileği, herkes kendisinden 'büyük şairdi' diye söz etmesine rağmen gerçekleşmiyor!?. Nâzım'ın şiiri şöyle sona eriyor:
Mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin geçeydin Boğaziçi'nden başında İstanbul havası çarpaydın Kadıköy iskelesine çarpaydın çırpınaydın vapura binerken Memet'le anası. Bizim, Tuna'nın suyu ve Boğaz üzerine söyleyeceklerimiz yalnızca Nâzım'ın şiiri değildir! Tuna Nehri'nin derinliklerini ve İstanbul Boğazı'nın kıyısını birbirine bağlayan ve de pek bilinmeyen bir öykü vardır: Bu öykü, telgrafın Mors tarafından bulunuşuyla başlar!.. Dönemin padişahı Abdülmecit, başarısından dolayı Mors'u kutlayan ilk Avrupalı devlet adamıdır. Osmanlı padişahının gönderdiği nişandan onur duyan Mors, yeni icat ettiği telgraf aletinden bir tanesini ortağı Chamberlain ile birlikte İstanbul'a gönderir. Robert Koleji'nin müdürü Cyrus Hamlin'in yanında kalan Chamberlain, oldukça ilkel olan telgraf makinesi üzerinde çalışma yaptıktan sonra, geliştirdikleri modelin daha iyisini yapmak üzere Viyana'ya gitmeye karar verir. Ne var ki, Chamberlian'in vapuru Tuna Nehri'nde batar ve kaşif beş arkadaşıyla birlikte boğulur. Böylelikle, İstanbul'un 1839'da görmeye başladığı telgraf düşü ileriki bir tarihe ertelenir. Sekiz yıl geçer aradan... Osmanlı'da bir maden okulu kurmakla görevlendirilen Prof. Lawrence Smith, yanında bir telgraf makinesi de getirir... 9 Ağustos 1847'de, Abdülmecit'i, Boğaz'ın kıyısındaki Beylerbeyi Sarayı'nın bir odasından ötekine telaşlı adımlarla yürürken görürüz. Padişah, ülkemizde kurulan ilk telgrafın çalışıp çalışmadığını görmek için sabırsızlanmış, heyecanını yenemeyip sonucu bizzat görmek için telgraf çektiği odadan çıkarak, alıcının bulunduğu odaya doğru hızlı hızlı yürümektedir!.. Lawrence Smith'in yanına varan padişah, yazdırdığı mesajın aynen ulaştığını görünce sevinir ve takdirlerini sunar. Ülkemizde, Abdülmecit tarafından, Beylerbeyi Sarayı'nın odaları arasında çekilen ilk telgrafta şunlar yazmaktaydı: "Fransız gemisi geldi mi? Avrupa'dan ne haber var?" Şairler doğum ya da ölüm yıldönümlerinde akıllara gelirler ve anılırlar. Peki ya şiirler!?.. Evet, tam 50 yıl geçti aradan...
Yayın tarihi: 6 Eylül 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/09/06/ct/sakin.html
Tüm hakları saklıdır.