Sziget Festivali, Tuna Nehri üzerinde bir adada yapılıyor. Obuda Adası. Hayli geniş bir ada. Demir bir köprüden giriyorsunuz... Falan filan diye devam edeceğim ama olmuyor. Yani şimdi böyle sakin sakin yazıyorum, sonra yazdıklarımı okuyunca sanki Budapeşte'ye bayi toplantısına gitmişim gibi oluyor. O yüzden ben size bölüm bölüm anlatayım.
Bölüm 1: Katerina Uçakta tanıştık. Katerina ablamız yedi yıldır
Türkiye'deymiş. Biz Sezyum'la (bkz. Kaan Sezgin) kompleksli zavallılar gibi kastıra kastıra otururken o muhabbeti açtı. Dergici olduğumu söyledim, "Dergiler de satmıyor, hayat internette," diyerek dikkatimi çekmeyi başardı. "Ben siyasal okudum, bir medya kuruluşunda yazı mazı olayları," dedim. O da "Bak ben turizm okudum da n'oldu..." diye devam eden bir cümle kurdu. İşte Türkiyem dedim. Katerina, Sziget Festivali'ne gittiğimizi duyunca arkasına yaslandı, bacak bacak üstüne atıp "Çok şanslısınız, Macar kızları çok serbest," dedi. Sezyum yol boyu 'serbest'in detaylarını öğrenmek için uğraştı, durdu... "Yani, serbest..." R'lerin üzerine basa basa konuşuyor Katerina, Odessa aksanlı Türkçesiyle çok değişik kafalarda bir insan.
Bölüm 2: Köprü Obuda Adası'na demir bir köprüden giriliyor. Yol köprüye yaklaştıkça daralıyor, o noktada tabii bir kaynaşma ruhu... Her taraftan gülümseyen muhtelif güzellikte ablalar. Gay okurlarım için söyleyeyim, şahane adamlar da vardı. Son gelen bilgilere göre 385 bin kişi o köprüden giriş yapmış bir haftada. Yurtdışına çıkan her Türk gibi alıp çantaya attığım bir karton sigarayı burada kaptırdım. İki paketten fazlasına izin yokmuş. Sezyum 'ben arkadaşlayım' ayağıyla elini kartona sokacak oldu, kibarca uzamasını söylediler. Her taraftan üzerimize doğru gelen muhtelif özelliklerde kızlar var. Bu adada kaybolmak istiyerem a dostlar...
Bölüm 3: 54 adet sahne Kayboldum. Ana sahne alanı bizdeki büyük ölçekte bir festival kadar. Sex Pistols rezaletti. Ama arka sahnelerde aynı anda güzel şeyler yaşandı. 54 farklı sahne var. Yürüdüm, metal core'cular kopuyor. Yürüdüm, rastaman abiler değişik kafalarda çalıyor. Yürüdüm, Selim Sesler coştur Allah coştur... Yürüdüm, her türden DJ'le dans vaziyetleri. Yürüdüm, saksofon sesi geliyor, caz sahnesinde jam session zamanı. Sabah dörtte standart cazla chill out seansları... Yürüdüm. Film koptu...
Bölüm 4: Las Vegas... Sabah 08.30'da hâlâ uyumamış insanların dans ettiği after party çadırları ağzına kadar dolu. Espressonun ardından alanı turlamaya başladık. Sezyum gece yere düşmüş çakmakları topluyor. Bu nasıl bir insan ya. Uzaktan bakınca
Fear and Loathing in Las Vegas'taki Johnny Depp-Benicio Del Toro gibiyiz. Sezyum "Adamın biri beni torbacı sandı," dedi... "Aman," dedim, "hemen kovala gitsin..."
Bölüm 5: Gündüz gözü Burası gündüz de çok güzel be Atam. Dünya gençliği ne kadar tasasız ne kadar mutlu. Nasıl bir histir 18 yaşında bir Macar olmak mesela. Bu kafaya girmeye çalıştım bütün gün. Aramızda bir saatlik uçuş var. Ama gezegen değiştirdik sanki. Tayyip yok, Deniz yok... İnsan olduğumuzu hatırladık. Gördüğüm tek üniformalı insan Sezyum. Kafada Rus ordu şapkasıyla dolaşıyor. Bir hafta daha kalsam insanları sevmeyi öğrenirim ben burada. Herkes birbiriyle rahat rahat konuşuyor. Tanımadığın birinin yanına gidip "Merhaba," demen yeterli. Mal mal bakan kızlar, onlar için tekme tokat dövüşen adamlar falan yok. İnsanlık var, insanlık. Böyle bir yaşam da var yeryüzünde... "Merhaba nasılsın?" "İyiyim sen?" Bu kadar ya... Ne biçim sindirmişler, korkutmuşlar hepimizi...
Bölüm 6: Röportaj Ana sahnede R.E.M.,
Accelerate'den bir bir patlatıyor. Daha klasiklere gelmediler. Bir saat önce basçı Mike Mills'le sahne arkasında beraberdim. Bizi, Patlican talihlileriyle birlikte buraya davet eden Avea ve Patlican ekibi sağolsunlar ricamı kırmadılar ve bir röportaj ayarladılar. Yüz yüze olacaktı ama beş gazeteci birden girince adam başı bir soru ve fotoyla yetiniyorsunuz. Önemsiz bir detay, zira büyük keyifti. Mills İstanbul'a selam söyledi. Onu da anlatırım bir ara. Bu gece cumartesi ve çok ama çok kalabalık... Kayboldum...
Bölüm 7: Ay'daki adam Bira 250 forint. Avro 220 forint. Çarp, içler dışlar... Bira eşittir 2 YTL. En pahalı kokteyl 10 YTL. Festival böyle olmalı. R.E.M. eskilerden patlatmaya başladı. Çok kalabalık. Mükemmel bir kalabalık. Daha iyi göreyim diye çıktığmız yer engelliler sahnesiymiş. Kendimi çok kötü hissettim. Hemen kaçtık. Arkada bir yer bulduk, yere oturduk. Ay tutuluyor. R.E.M.
Man on the Moon'u çalıyor. Ay'daki adam benim. Hadi bana eyvallah...
Bölüm 8: Dü.üm geldi Tuvalet kuyruğunda
Losing My Religion'ın klavyelerini çalıyoruz. İki kişi daha geldi, tanımadığım. Onlarla 'air piyano' çalarak şarkının sonunu yaptık. Birisi yaklaşıp "That was just a dream," dedi. "He vallah hacı," dedim. "Madem rüyadayız coşalım bir şey olmaz, nasılsa uyanınca geçer."
Bölüm 9: Son sözler Çadırları falan topladık. Hiç dönesim yok, ne yalan söyleyeyim. Burada hangi grubun ne çaldığının bir önemi yok. Dikkat edersiniz zaten yazmadım da izlediğim her şeyi. Önemli olan insanlık. Sex Pistols'a gelen punkların Roisin Murphy'de nasıl dans ettiğini görseydiniz ne demek istediğimi anlardınız. Bu hafta da bize ayrılan sürenin sonuna gelirken, Patlican ekibine, Dinamo Mete'ye, bu yazıda emeği geçenlere ve yolu sevgiden geçen herkese bir şarkı yollayayım. İnsanlık namına geliyor: Justice'den
D.A.N.C.E.. Kalın sağlıcakla...
Ziyaret ediniz: www.szigetfestival.com