Herhalde benim kırk yıl önce
Ankara Koleji'ne başladığım zamandan kalma, geçerken yeri göğü yıkarcasına inleyen, etrafı saçtığı egzoz gazıyla boğan otobüs cehennemi içinde
Ankara Meşrutiyet Caddesi'ndeki kahvede otururken
Yavuz'a ansızın 'şu kaldırıma bakar mısın' dedim. Bak dediğim yerde otobüs durakları vardı ve sıcak yaz gününde salkım saçak insanlar bir avuç gölge hasreti içinde bekleşiyordu. İşaret ettiğim görüntü ayan beyan bir taşra resmiydi.
Kılık kıyafetten 'hal ve gidiş'e kadar her şey bu gerçeği tamamlıyordu ki, birdenbire kulaklarımızı tırmalayan bir
kaval sesi başladı. Her türlü melodiden uzak, koyunları suya indirmeye yemin etmiş kaval sesi uzadıkça uzadı. Şaka değil, Ankara'nın ortasında kaval dinliyorduk. Herhalde o adam oraya tesadüfen gelmemişti. Ortadaki görüntüyle kavalın birbirini tamamlayacağını düşünüyordu. Garip olan caddeye adını veren ve
Osmanlı-Türk modernleşmesinin en önemli adımlarından birisi olan
Meşrutiyet'in şu günlerde
100. yılını kutluyorduk. Modernleşme düşüncesiyle taşra gerçeği o sıcakta garip bir sentez meydana getiriyordu. Ya da adam başkentte yaşayanlara ve yaşananlara en uygun çalgının kaval olduğunu düşünüyordu. Eh,
Salah Birsel'in tabiriyle '
ters alay' yani
'ironi' sadece okur yazarlara has değil!
Taşrayı kente taşımak Beğenelim beğenmeyelim, ister
popülist bir tavırla sahip çıkalım ister son zamanların moda suçlaması olan '
elitist (!) bir yaklaşımla' reddedelim etmeyelim
içinde yaşadığımız en önemli gerçek taşralaşmadır. Türkiye feodal bir tarım ülkesi olmaktan kentleşmiş bir sanayi ülkesine evrilmek için neredeyse bir yüz yıldır gayret ediyor, didiniyor ama o işin henüz başlangıcındayız. Daha önce
savaşlar ve en önemlisi nüfus kompozisyonu buna izin vermedi. Şimdi nispeten daha rahat bir dünyada değişmiş bir nüfus yapısıyla bu kervanı yakalayacak ve herhalde bir elli yıl sonra aynı yerde oturanlar daha kentleşmiş insan görüntülerine bakacak. Fakat bugün için
kentlileşen bir taşradan çok taşralaşan bir kentten söz edilebilir. Geçiş kültürünün müphemliklerini ve ters sentezlerini yansıtan bir taşralaşma bu! Şu taşranın halleri Nedir taşralaşma denirse cevabı bellidir:
geleneksel davranış ve düşünce kalıplarının egemen olduğu, insanların yetersiz bir eğitim aldığı, bireyleşmenin henüz gelişmediği, cemaat yapılarının ve davranışlarının hakimiyetini koruduğu bir düzlem. Taşrada disiplin değil keyfilik, kural değil teklifsizlik, eleştirel, ussal düşünce değil geleneksel inanıştır söz konusu olan. Avrupa 19. yüzyılda sanayileşmeyle bu kısıtlamaları aştı.
Türkiye henüz oraya gelmemişken de bu derecede etkili bir darboğaza girmeyebilirdi. Onun şartı eğitime ağırlık vermekti. Yapmadı, çok yetersiz bir eğitimle büyük insan kitlelerini işsizler ordusu olarak getirip metropollerin etrafına yığdı. Devlet yaratmaya yemin ettiği milli burjuvaziye ucuz emek sağlamak için her şeye göz yumdu, sonunda ortaya
lümpen yani kimliği belirsiz, başıboş veya başıbozuk bir kütle çıktı.
Bu deveyi gütmek Bu söylediklerim bir değer yargısı değil,
'vulger' de olsa bir sosyolojik gerçektir ve
Türkiye'nin bu gerçekle devam edemeyeceği açıktır.
'Melezlik', 'alternatif modernleşme' gibi kavramları entelektüel camiada büyük bir zevkle tartışırız ama karşımızdaki buzdağı onların çok ötesindedir. Taşralılık-köylülük bugün de
Türkiye'nin ayağına bağlanmış bir çeki taşıdır. Bugün kültürel, siyasal ve toplumsal ölçekte neyi tartışırsak tartışalım, trafik sorununun da hukuk sorununun da arkasında bu çıkmaz yatıyor.
Nazım Hikmet, 'üç telli sazdan bir şey çıkmaz' diyordu. Sazı bulsam bağrıma basacağım, baksanıza engin engin kaval dinliyoruz!
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/23//haber,7A11E55D0B45494EB93DD2B35A1566A2.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.