Sertab Erener'in Adana'da suşiden zehirlenip hastanelik olması, hijyen kurallarına özen göstermediğimizi bir kez daha kanıtladı. Üstelik sadece suşiden değil, yazın pek çok kişi dondurma, kokoreç ve tavuk yüzünden zehirleniyor..
Bir Türk vatandaşı olarak canının çektiğini değil, en güvenilir olduğuna inandığı yiyeceği yemeli insan. Bu ise belirli bir bilinçlenmeyi gerektiriyor. Henüz uçaklarda yolculuk yapmak kolay değilken, otoyollar ve duble yolların lafı bile edilmezken, Anadolu'nun çeşitli yörelerine konforsuz otobüslerle bir, iki günlük yolculuklarla ulaşılırdı. Yolda otobüslerin mola verdiği yerlerde yemek yemek ise Rus ruletinden farksızdı; yolculardan önemli bir bölümünün zehirlenmesi doğal sayılırdı. Yolculuğa çıkacağım zaman rahmetli annem, sıkı sıkıya tembih ederdi: "Aman oğlum konakladığınız yerlerde öyle et falan yemeye kalkma. Ya marya, yani doğurmuş keçi eti verirler ya da günlerce sıcakta bekletilmiş, bir türlü satılmamış bir yemek önüne gelir. Perişan olursun. Sen en iyisi yoğurtla pilav ye, yanında da ayran iç!"
HER GÜN YENİ BİR ZEHİRLENME
Annemin öğüdünü yolculuklarda günümüzün modern konaklama tesisleri hizmete girinceye kadar hiç unutmadım, hep uyguladım. Bugün bile yol üstü restoranlarda çabuk bozulabilecek ve sürümü az olan et yemeklerini yemekten kaçınırım. Mesleğim gereği çoğu kez dışarıda yemek yerim. Elden geldiğince de nerede neyi yemem gerektiğine özen gösteririm. Örneğin Sertab Erener gibi Adana'ya gidip, hafif bir yemek olsun diye suşi yemeye kesinlikle kalkışmam. Herhalde medyada okumuşsunuzdur, Eurovision birincimiz, ünlü sanatçımız Adana'da yediği suşinin ardından kendini hastanede bulmuş. Konserleri iptal olmuş, canını ise zor kurtarmış. Adanalı dostlarım alınmasınlar, bu zehirlenme olayı sadece onların ayıbı değil. Medyaya Sertab Erener'inki kadar sansasyonel biçimde yansımayan daha sayısız zehirlenme olayı yaşanıyor her gün. Kastamonu'da bir mevlitte 15 kişinin zehirlendiğini, Aksaray'da 31 yatılı öğrencinin zehirlenerek hastaneye kaldırıldığını, Uşak'ta 14 kişinin, Van'da yedikleri tavuktan aynı aileden dokuz kişinin, Bodrum'da bir otelde çalışanların zehirlendiklerini, Van'dan İzmir'e geziye giden öğrencilerden 10'unun kendilerine verilen kumanyadan hastanelik olduklarını ya gazetelerde tek sütun haberler olarak okuyoruz ya da bu bilgiler, haber değeri taşımayacak kadar sıradanlaştığı için sadece hastane raporlarında kalıyor. Yine de bunlar bir biçimde kayda geçenler. Her gün İstanbul'da yedikleri suşiden, kokoreçten, dondurmadan, tavuktan, balıktan pek çok kişi hastaneyi boyluyor ya da evde, geleneksel yöntemlerle kendi kendini tedavi etmeye çalışıyor. Zira kış aylarında yaşanan grip salgınları gibi, yaz aylarının da geleneksel salgını, 'bağırsak enfeksiyonları' diye adlandırdığımız, aslında hijyen kurallarına özen gösterilmemesinden kaynaklanan zehirlenmeler. Uzakdoğu yemekleri yapan restoran sahibi bir arkadaşım var. Çok da iyi para kazandırmasına rağmen yaz aylarında mönüsünden suşileri çıkarıyor. Bildiğiniz gibi, suşi çiğ balıktan yapılır. Pirinç, yosun gibi katkılarla rulo haline getirilir. "Balığı buzdolabında tuttuğum halde o gün hepsini kullanamazsam, kalanını çöpe atarım. Ama yine de bu sıcaklarda çiğ balığın insanın başına ne işler açabileceğini önceden kestirmek çok zor; riske girmemek için suşi yapmıyorum," diyor ve havaların soğumasını bekliyor. Kabaca tahminlere göre, her yıl sadece İstanbul'da yılda 10 bin kişi yediklerinden zehirleniyor. Bunların sadece 10'da biri hastanelere yansıyor. Ülke ekonomisi kötüye gittiğinde, zehirlenmeler daha da artıyor. İlgisiz gibi görünen bu iki durum aslında birbiriyle yakından ilişkili; bunu Yemek Sanayicileri Federasyonu Genel Başkanı Necat Aydın söylüyor. Aydın, sadece İstanbul'da 2 bin 700 yemek üretim şirketinden ancak 380'inin kayıtlı ve onaylı olduğunu, 2 bin 320'sinin kayıt dışı, başka deyişle merdiven altı üretim yaptığını açıklıyor. Hayat pahalılığı arttıkça, kaydı olmayan şirketlerden personel yemeği alanların sayısının da çoğaldığını belirten Aydın, "Ucuz fiyata aldanmayın. Ucuz fiyata şu dönemde sağlıklı bir yemek olmaz," diyor ve ekliyor: "Özel hastanelerde düzgün malzemelerle pişirilen bir mönü 6.35 YTL'ye mal olurken, devlet hastanelerinin aynı mönüyü 1.08 YTL'ye satın almaları ne hesaplara ne de akla sığıyor," diyor. Okullarla ilgili olarak da benzer endişeleri taşıyor konunun uzmanı: "Kamu görevlileri İstanbul'da 'Bir çocuk bir yemeği 2.5 YTL'ye yiyebilir,' diyorsa, durum vahimdir. Bugün 3.68 YTL'nin altında sağlıklı yemeklerden oluşan bir mönü hazırlanamaz," diye ekliyor.
DENETİMLER YETERSİZ
Görüldüğü gibi, her gün hepimiz canımızla kumar oynar gibiyiz. Basit bir hesapla
Türkiye'de her gün 7 milyon kişi evleri dışında yemek yiyor ve endüstriyel mutfaklardan yararlanıyor, hiçbirimizin aklına yediklerimizi sorgulamak gelmiyor. Çocuklarımıza okullarda yedirilen yemeklerin nasıl yapıldığını, ne gibi malzemeler kullanıldığını araştırmak zahmetine de katlanmıyoruz. Bu sıcakta işportada satılan et, tavuk gibi yiyecekleri sanki az önce evimizde pişirilmiş gibi gönül rahatlığıyla mideye indiriyoruz. Devletin imkânları ise bu dev sektörü denetlemeye yetmiyor. Genellikle her yıl bu haftalarda sansasyonel bir zehirlenme vakası bizi içinde bulunduğumuz aymazlıktan birkaç saatliğine uyandırıyor. Bu yılın ünlü zehirlenme kurbanı Sertab Erener oldu. İki yıl önce bir yazımı şöyle bitirmiştim: "Bu hafta sizi imrendirecek şeyler yazamadım. Zira imrenilecek lezzetlerin tadına varabilmemiz için ulusça gıda güvenliği konusunu önemsememiz, öğrenmemiz ve yemek yediğimiz yerlerde de bunları sorgulamamız gerekiyor. Çağdaşlığın güvenilir mutfaklardan geçtiği düşüncesini benimsemek zorundayız ve bu konuda hepimizin sorumluluğu var." Ne yazık ki aradan geçen iki yıl hiçbir şeyi değiştirmedi.