kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 16 Haziran 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC

İşte savunmanın tamamı

AA
Yeni Haber
AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne verdiği esas hakkındaki savunmada, ''Bu davada partimize yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebep bulunmamaktadır'' denildi.

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu ''Esas Hakkındaki Cevaplarımız'' başlıklı savunmanın sonuç bölümünde, haklarında açılan bu davadaki bütün verilerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ''özgürlük aleyhine'' yorumlandığının görüldüğü ifade edildi.

''Oysa evrensel insan hakları hukukunun temel ilkesi 'özgürlük lehine yorumdur. Başsavcılık özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta 'niyet okuyuculuğu' yaparak olmayan şeyleri varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girmiştir'' denilen esas hakkındaki savunmada, şunlar kaydedildi: ''Bu davada partimize yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Esasen, AK Parti hukuka aykırı eylemlerin değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin, hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olmuştur. AK Parti'nin altı yıllık iktidarı dönemindeki icraatları, onun; demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Cevap layihalarımızda ve eklerinde ortaya konulan ve Yüksek Mahkemece resen gözetilecek nedenlerle AK Parti'nin kapatılması hakkındaki davanın reddine karar verilmesini saygıyla talep ederim.''

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu esas hakkındaki savunmada, ''İddianamede partimiz mensuplarına atfedilen söz ve faaliyetlerden bir kısmı doğruluğu başkaca delillerle desteklenmeden basında haber yapıldığı şekliyle delil olarak gösterilmiştir'' denildi.

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu ''Esas Hakkındaki Cevaplarımız'' başlıklı savunmada, basında yer alan haberlerden bir kısmının da tahrif edilmek suretiyle deliller arasına eklendiği ileri sürüldü. Savunmada, ''Örneğin, Başbakan'ın New Straits Times'a verdiği mülakat iddianamede ve ardından da esas hakkındaki görüşte tahrif edilmek suretiyle delil olarak sunulmuştur'' ifadesi yer aldı. Savunmada, şöyle denildi: ''Başbakan'a atfedilen 'Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir' sözü, iddianamedeki çarpıtmalara dayalı kurgulamanın tipik bir örneğidir. Başbakan'ın, Malezya'da yayınlanan New Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakat söz konusu gazetede İngilizce'ye çevrilerek yayınlanmıştır. Ek'te dönemin Star gazetesinin talebi üzerine Malezya'nın Türkiye Büyükelçiliği tarafından gönderilen ve anlaşılan oradan da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına iletilen New Straits Times (NST) gazetesinin söz konusu mülakata ilişkin sayfalarında Başbakan Erdoğan'ın 'İslam Devleti' anlamına gelebilecek hiçbir sözü bulunmamaktadır. Nitekim, bu mülakatın Türkçe orijinali Başbakanlık Basın Merkezi'nin resmi internet sitesinde tam metin olarak yer almıştır.''

Başbakan Erdoğan'ın röportajının İngilizce metni ile Türkçe çevirisine yer verilen savunmada, ''Tek başına bu örnek bile İngilizce metinlerin çevirisi yaptırılmadan ve doğruluğu araştırılmadan, kasıtlı gazete haber ve yorumlarından ön yargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle 'Ek' olarak sunulması, partimiz hakkında 'delil' oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını açıkça göstermektedir'' denildi. Savunmada, şunlar kaydedildi: ''Bu gerçeklik karşısında farklı bir yaklaşım sergilemesi gereken Başsavcı, esas hakkındaki görüşünde de tahrifat yapmaya devam ederek şöyle demektedir: 'İddialarımızı doğrulayan kanıtlar, Başbakan'ın gazetecinin sorusuna verdiği yanıtın içindedir. Başbakan yanıtında, Türkiye'nin geleceğine ilişkin değerlendirmeler yaparken, geçmişine ilişkin de sonuçlar çıkarmaktadır. Laik ve demokratik bir ülkenin (İslamiyet'in ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği bir model) olacağını ifade ederken, bu tespitin arkasında Cumhuriyetin laik karakterinin yadsınmasının yanı sıra, ülkemizde şimdiye kadar İslamiyet ile demokrasinin bağdaştırılamadığı, bir çatışmanın yaşandığı ön yargısı ve değerlendirmesi vardır'. Başsavcılığın, ne anlama geldiği çok açık olan bir metinden, 'niyet okuyuculuğu' yöntemiyle bu kadar farklı anlamlar çıkarma başarısı karşısında şapka çıkarmak gerekir. Öte yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde bu konuda tahrifat yapmayı sürdürmektedir. İddianamede, Başbakan'ın bu konuşmasının tamamen tahrif edildiğini ilk cevabımızda açık bir şekilde ortaya koyduktan sonra, tahrifatı ortaya çıkan Başsavcılık bu defa da esas hakkındaki görüşünde kelime oyunları ile farklı bir çarpıtmaya başvurmaktadır. Başbakan'ın konuşmasında geçen 'Türkiye İslamiyet'in ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiği' ifadesi, (İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği) şeklinde kullanılarak farklı bir anlam üretilmeye çalışılmıştır.''

Basında yer alan haberlerin ek delillerle doğrulanmadan kullanılmasının, hiçbir zaman var olmamış ''olguların'' delil olarak gösterilmesi gibi bir ''garabeti'' de ortaya çıkardığı ileri sürülen savunmada, ''Örneğin iddianamede, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç'ın 'laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri' arasında, 'Başkanlığını yaptığı TBMM'nin mescidinde Kur'an kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı' şeklinde bir ifadeye de yer verilmiştir. Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış olsaydı, bu haberin tamamen düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç'a yöneltilen 'TBMM kampüsü içindeki mescitte Kuran Kursu açılıp açılmadığı' şeklinde bir soru önergesi üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen 3 Temmuz 2005 tarihli cevapta Meclis'te Kuran Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir'' denildi.

Aynı şekilde, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmaların da iddianamede delil olarak kullanılmadığı vurgulanan savunmada, ''Halbuki, kamu adına hareket eden iddia makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerekirdi'' görüşüne yer verildi.

''OBJEKTİFLİKTEN UZAK''

Ayrıca aynı haber birden fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin alınmasının da objektiflikten uzaklaşıldığı öne sürülen savunmada, ''Öte yandan, Başsavcı esas hakkındaki görüşünde, basında yer alan haberlerin tekzip edilmemiş olmasını bunların doğru olduğuna karine saymaktadır. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira, bir gazete haberinin tekzip edilmemiş olması orada yer alan hususların doğru olduğu anlamında gelmez'' denildi.

Tekzibin, kişinin kendi isteğiyle başvuracağı bir yol olduğu ve kişileri buna zorlamanın mümkün olmadığı belirtilen savunmada, şu görüşlere verildi: ''Sayısız basın yayın araçlarının her gün on binlerce haber yaptığı bir ortamda kişilerin bundan haberdar olabilmesi bile çoğu defa mümkün değildir. Örneğin Başsavcı hakkında yakın zamanda basın yayın organlarında binlerce haber yer almış ve bir kısmında da çeşitli ithamlarda bulunulmuştur. Eğer Başsavcı bunları tekzip etmediyse doğru olduğuna mı hükmetmek gerekir? Bir hukuk devletinde kişileri kendi haklarındaki asılsız haberleri takip ve tekzibe zorlamak mümkün olmadığı gibi, salt bu haberlerle o kişileri suçlamak da sorumluluk hukuku ilkeleriyle bağdaşmaz. İddianamede, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın 'reformlar sancılı olur. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken bir çoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz' şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. Binali Yıldırım'ın bu konuşması çeşitli basın organlarında yer almış, bunlardan sadece birisinde 'kanlı oldu' ibaresi geçmiştir. Oysa bu konuşmaya yer veren çok sayıdaki diğer yayın organlarında bu ibare kesinlikle bulunmamaktadır. Kaldı ki bu konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanaklarında da, söz konusu cümle 'Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir. Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak zorundayız' şeklinde yer almaktadır. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde bu konuşmayla ilgili haberin yer aldığı gazetenin tekzip edilmediğinden bahisle konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanağının doğruyu yansıtmadığını ileri sürmektedir. Başsavcı'nın bu konuşmayı düzenleyen kuruluşun resmi tutanağı yerine, doğruluğu başka kanıtlarla desteklenmeyen söz konusu gazetenin haberine itibar etmesi kabul edilemez. Öte yandan, bir an için Binalı Yıldırım'ın 'Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu' sözünü söylediğini var saysak bile bunun laikliğe aykırı bir söylem olarak takdim edilmesi yanlıştır. Kaldı ki Yıldırım, iddianamede yer verilen konuşmasında bu biçimdeki yöntemi tasvip etmediklerini de 'önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz' sözleri ile ifade etmektedir. İlginçtir ki, Başsavcı da esas hakkındaki görüşünde 'laikliğin dini dogmalara ve hurafelere karşı verilmiş uzun ve kanlı bir mücadelenin ürünü olduğunu' söylemektedir. Biz de şimdi Başsavcı'nın bu sözünü, laikliğin korunması için yapılmış bir 'şiddet çağrısı' olarak mı yorumlamalıyız? Bir an için Binali Yıldırım'ın bu sözü söylediğini var saysak bile, Başsavcı'nın kendisi söyleyince sorun teşkil etmeyen bir sözü, AK Partili birisi söyleyince kapatmaya delil olarak sunması tam bir tutarsızlıktır.''

YASAMA SORUMSUZLUĞU

''Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözler delil olarak kullanılamaz'' denilen savunmada, yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan beyanları nedeniyle milletvekillerinin Anayasa'nın açık hükmü ile mutlak olarak sorumsuz kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş yıllık parti yasağı ve milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların uygulanmasının istenmesinin Anayasa'nın 83. maddesinin amacıyla bağdaşmayacağı kaydedildi.

Yasama sorumsuzluğunun, milletvekillerinin yasama faaliyetlerini yürütürken açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan dolayı sorumlu tutulamamalarını ifade ettiği anımsatılan savunmada, şu görüşlere yer verildi: ''Anayasa'nın yasama sorumsuzluğuna ilişkin hükmüne göre, 'TBMM üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Meclis'te ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki başkanlık divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.' Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir şekilde hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine 'özgür iradeleri' ile katılabileceklerdir. İddianamede, yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy verme ve yapılan konuşmaların kapatma davasında delil olarak sunulması yasama sorumsuzluğunu temelden zedelemektedir. Milletvekilinin konuşmasından dolayı, her ne kadar bir ceza davasında yargılanması durumu söz konusu değilse de bu konuşmalarla partisinin kapatılabilmesi yasama sorumsuzluğunun amacı ile açıkça çelişmektedir. Nitekim yapmış olduğu konuşmadan dolayı partisinin kapatılmasına sebebiyet veren milletvekilinin aynı zamanda hem milletvekilliği sona ermekte, hem de bu tarihten itibaren beş yıl bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamama biçiminde bir yaptırım uygulanmaktadır. Oysa yasama sorumsuzluğu, tamamen yasama faaliyetleri ile ilgili bu biçimdeki cezalandırmalara karşı da milletvekillerini koruyan bir güvence niteliğinde olmalıdır.''

AK PARTİ'NİN KURULMASINDAN ÖNCEKİ SÖZ VE EYLEMLER


''AK Parti'nin kurulmasından önceki söz ve eylemlerin partiye isnat edilemeyeceği'' vurgulanan savunmada, ''İddianamede ve esas hakkındaki görüşte AK Parti'nin kurulmasından önceki dönemlere ait açıklamalara da yer verilmiştir. Bu açıklamaların laikliğe aykırı olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına konu edilen partiyi bağladığı da ileri sürülemez'' tespiti yapıldı.

''Bir siyasi partiye isnat edilebilecek söz ve eylemlerin, zorunlu olarak bu siyasi partinin kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması gerekmektedir'' ifadesine yer verilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''Oysa iddianamede aksi bir durum hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın kabul ettirilmeye çalışılmakta ve aynen şu ifadeye yer verilmektedir: 'Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse de, bu eylemlere, (odaklığın) ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması olasıdır'. Siyasi partinin kurulmadan önceki bir dönemde kişilerin söylediği sözlerinden dolayı o partiyi sorumlu tutan bir yaklaşım, hukuk devleti ilkesinin ihlali anlamına gelmektedir. Bir partinin kurulmasından yıllar önce yapılmış açıklamaların bu partiye isnat edilmesi ve partinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanılmak istenmesi 'hukukun genel ilkeleri, hukuk devleti ve hukuk devletinin unsurlarından olan (hukuki güvenlik) ilkesine açıkça aykırıdır. İddianamede, özellikle Başbakan'ın AK Parti'nin kurulmasından yıllar önce söylediği ileri sürülen bazı sözleri ön plana çıkarılarak, Anayasa Mahkemesi üyelerinde psikolojik bir etki meydana getirilmek istenmektedir. Bu sözlerin, söylenip söylenmediği bir yana, yıllar sonra kurulan bir partiyi bağlamayacağı açıktır ve kapatma gerekçesi olarak kullanılması sorumluluk hukuku prensiplerine kesin olarak aykırıdır. İddianamedeki bu yaklaşım, siyaset kurumunun ve siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten mezara kadar süren bir sorumlu tutma zihniyetini yansıtmaktadır. Hukukta 'süre' denen bir kavramı tanımayan bu yaklaşımın hukukun genel ilkelerine aykırı olduğu açıktır. Kaldı ki siyasi parti kurulmadan önce yapılan konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu da bir gerçektir. Nitekim, bu durum yargısal süreç sonucunda teyit edilmiştir. Hukuk devletinde, yıllar önce yapılmış konuşmaların, konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması, bu konuşmaları bugün yapılmış konumuna getirmez. Herhangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan sonra yazılı veya görsel basın tarafından tekrar edilmesi dahi aynı ilkeye tabidir.''

PARTİ ÜYESİ OLMAYANLARIN SÖZLERİ

''Parti üyesi olmayan kişilerin söz ve faaliyetleri parti aleyhine delil olarak kullanılamayacağı'' belirtilen esas hakkındaki savunmada, ''İddianamede, 'parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül'ün, parti kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve beyanları da partiye yüklenebilecektir' denmekte ve esas hakkındaki görüşte de bu iddia tekrarlanmaktadır'' görüşünü yer verildi.

''Kapatma davasının açıldığı tarih itibariyle partiyle hukuki ve fiili bağı kalmamış olanlar için yaptırım uygulanması ve bunlara isnat edilen fiillerin siyasİ partinin kapatılması talebine gerekçe gösterilmesi, ancak kanunda bu yönde açık bir hüküm bulunmasına bağlıdır ki, Anayasa'da da Siyasi Partiler Kanunu'nda da böyle bir hüküm bulunmamaktadır'' ifadelerine yer verilen savunmada, şöyle denildi: ''Böyle bir düzenleme bulunmadığı gibi, Anayasa'nın 69. ve Siyasi Partiler Kanunu'nun 95. maddelerinde yer alan düzenlemeler de dava açılmadan önce partiyle hukuki bağı kalmamış olanlar için siyaset yasağı talep edilemeyeceğini ve bunlara isnat edilen fiillerin siyasi partinin kapatılması talebine gerekçe gösterilemeyeceğini ortaya koymaktadır.Anılan hükümlere göre, ilgililer hakkında yaptırım uygulanabilmesi için bunların, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi nezdinde dava açıldığı tarihte ilgili siyasi partinin üyeleri olmaları gerekmektedir. 95. maddenin 'Kapatılan siyasi partiler ve mensuplarının durumu' şeklindeki başlığı da siyasi parti mensubu olmayanlar hakkında bu maddenin uygulanamayacağını göstermektedir. Bu itibarla, kapatma davası açılmadan önce Cumhurbaşkanı seçilen kişinin, kapatılması istenen siyasi partiyle hukuki ve fiili bağı kalmadığından, dolayısıyla siyasi parti mensubu olmasından söz edilemeyeceğinden, iddianamenin sözü edilen bölümleri dayanaktan yoksundur. İddianame, kamu görevlilerinin fiillerinden dolayı da partimizi sorumlu göstermektedir. Buna göre, 'devlet kadrolarında yer alan anılan görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali, kaymakam, baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de siyasi partinin bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve biçimlenmesi nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir'. Parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerinden dolayı da, iktidarda olsalar bile, parti ya da partililer sorumlu tutulamaz. Aksi düşünce Anayasamızda da ifadesini bulan 'cezaların şahsiliği ilkesi' ile bağdaşmaz. Kaldı ki, bir siyasi partinin kimlerin eylemlerinden sorumlu olacağı Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında tadadi olarak sayılmış olup bunlar arasında parti üyesi olmayan kamu görevlileri bulunmamaktadır. Öte yandan, kamu görevlileri, işledikleri bir suç varsa, bunlardan dolayı şahsi olarak ceza kovuşturmasına ya da disiplin soruşturmasına maruz kalırlar. Keza kamu görevlilerinin hukuka aykırı işlemlerinin de idari yargı aracılığıyla denetlenmesi mümkündür. İddianamede, örneğin, YÖK Başkanı'nın üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü hakkındaki açıklamaları ve bu konuda Anayasa hükümlerine göre işlem yapılması yönünde üniversite rektörlerine gönderdiği yazı, 'kanun dışı eylem' olarak nitelendirilmiş ve partimizin 'Anayasa'ya aykırı eylemleri arasında' sayılmıştır. Halbuki, YÖK Başkanı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 6. maddesine göre Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanmaktadır. Her şeyden önce, YÖK Başkanı'nın anılan faaliyetlerinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunsa da bundan dolayı AK Parti hükümeti sorumlu tutulamaz. Aksi halde, AK Parti hükümetleri döneminde görev yapan bütün YÖK başkanlarının faaliyetlerinden de hükümeti sorumlu tutmak gerekirdi.''

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın esas hakkındaki görüşünde, ''üst düzey bazı kamu görevlilerinin laiklik karşıtı eylem, söz ve yazıları nedeniyle bu görevlere getirildikleri'' gibi hem hükümet hem de bu kamu görevlileri bakımından asla kabul edilemeyecek ''akıl almaz bir iddiaya'' yer verdiği vurgulanan savunmada, şöyle devam edildi: ''Bu iddiayı ispat edecek en küçük bir delil sunulamamış olması, masumiyet karinesinin keyfi bir şekilde ihlal edildiğini ortaya koymaktadır. Yine Başsavcı, YÖK Başkanı hakkında, bir bakan ve bürokratlar arasında geçen konuşmalardan bahisle, icraatlarının hükümetten bağımsız olmadığını iddia etmektedir. Bu tür siyasi magazin konularının asgari bir ciddiyete sahip olması gereken bir hukuki metinde yer alması talihsizliktir. Öte yandan, her ne kadar özerk de olsa yürütme içinde yer alan Yükseköğretim Kurulu'nun faaliyetlerinde hükümetle işbirliği halinde çalışmasında yadırganacak bir husus bulunmamaktadır.''

''TEK PARTİ DÖNEMİNİN ANLAYIŞI''

''Vali ve kaymakamlar gibi kamu görevlilerinin icraatlarından dolayı iktidar partisinin sorumlu tutulabileceğine dair Başsavcılık görüşünün de parti-devlet özdeşliğinin geçerli olduğu tek parti döneminin anlayışını yansıttığı'' öne sürülen esas hakkındaki savunmada, şu görüşlere yer verildi: ''Bilindiği gibi 1935'ten sonra Türkiye'yi yöneten siyasi partinin Genel Sekreteri İçişleri Bakanlığı, il başkanları valilik, ilçe başkanları da kaymakamlık görevlerini yerine getirmekteydiler. Bu durum artık geride kalmıştır. Günümüzde parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan veya işlemlerinden dolayı siyasi partiler, iktidarda olsalar bile, sorumlu tutulamazlar. Bu görevlilerin atanmasına dair işlemler ve atamadan sonra da görevlilerin işlem ve eylemleri yargı denetimine açıktır.Dolayısıyla, hükümetin atamalarında ve bu görevlilerin işlemlerinde hukuka aykırı bir durum varsa, bunun yargısal denetimi zaten yapılabilmektedir. Kaldı ki, kamu görevlilerinin iddianamede yer verilen beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı sayılabilecek bir eylem bulunmamaktadır. Biran için bir hükümetin kamu görevlilerinin eylem ve işlemlerinden dolayı 'siyasi' olarak sorumlu olabileceği düşünülse bile hükümetlerin siyasi sorumluluğu ile partilerin hukuki sorumluluğunu birbirine karıştırmamak gerekir. Hükümetlerin siyasi sorumluluğu ancak TBMM içinde işletilebilen 'gensoru' gibi denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesiyle mümkün olur. Seçimler de hükümetlerin halka hesap verdikleri bir diğer siyasi yöntemdir. Halbuki, partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hukuki bir süreçtir ve kapatma yaptırımı da hukuki bir sonuçtur. Dolayısıyla, hükümetlerin siyasi sorumluluğu kapsamındaki konuların siyasi partilerin hukuki denetimi sürecine dahil edilemeyeceği açıktır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde partimizden milletvekili seçilen Ömer Dinçer'in yıllar öncesine ait bazı sözlerinin partimiz aleyhine delil olarak sunulması ve bu milletvekilimiz hakkında parti yasağı istenmesi ise birçok bakımdan hukuka aykırıdır. Her şeyden önce, Ömer Dinçer'in söz konusu ifadeleri nedeniyle hakkında takipsizlik kararı verilmiştir ve bu ifadelerde laikliğe aykırılık bulunmamaktadır. Öte yandan, Ömer Dinçer'in bu açıklamaları partimizin kurulmasından yaklaşık on yıl önce yapılmıştır. Ayrıca, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde siyasete giren Dinçer hakkında o tarihten itibaren laikliğe aykırı en küçük bir söz ya da eylem Başsavcılık tarafından ileri sürülememiştir. Kapatılması istenen bir siyasi partinin kurulmasından yıllar önce söylenen bir sözden dolayı bu kişi hakkında parti yasağı talep edilmesi hukuk tarihine geçecek ibretamiz bir olaydır.''

AK Partinin Anayasa Mahkemesine verdiği esas hakkındaki savunmada, kapatma davasının ''hukuki gerekçelere değil ön yargının beslediği siyasi mülahazalara dayandığı'' ifade edilerek, ''Gerçekte olup bitenle hiçbir alakası olmayan iddia ve ithamlardan oluşan iddianame ve esas hakkındaki görüş, partimizi ve onun şahsında milletimizin hür iradesini tasfiye etme projesinin bir parçasıdır'' denildi.

AK Partinin Anayasa Mahkemesine sunduğu ''Esas Hakkındaki Cevaplarımız'' başlıklı savunmada, davanın siyasi nitelikte olduğuna ilişkin kanaatin Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünü inceledikten sonra daha da pekiştiği dile getirildi.

İddia makamının esas hakkındaki görüşüne de ''siyasi/ideolojik bir dilin hakim'' olduğu savunularak, iddia makamının ''ön yargılı ve ideolojik'' tutumunu esas hakkındaki görüşünde de ısrarla devam ettirdiği kaydedildi.

İddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşün de ''emperyalizm'', ''ihanet'', ''irtica'', ''mürteci'', ''din tacirleri'', ''tertipçi'', ''sömürgeci'', ''mandacı'', ''işbirlikçi'', ''gerici'', ''iç ve dış odaklar'' ve ''siyasi hegemonya projesi'' gibi hukuken tanımlanması imkansız, fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kavramlarla dolu olduğu ifade edilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''Tarihi yorumlamak veya tarihi yargılamak, hiçbir kapatma davasının konusu olamaz. İddia makamı, delil yokluğunun ortaya koyduğu çaresizliği ve açığı, tarihe subjektif atıflar yaparak gidermeye çalışmaktadır. AK Partinin doğuş tarihi ve illiyetin kurulabileceği zamanın başlangıcı bellidir; 14 Ağustos 2001. Hukuk; kapatma davasında, zaman tünelini siyasal partinin tüzel kişilik kazandığı tarihten geriye işletecek bir mantığı açıkça reddetmektedir. Cumhuriyetimiz'in yakın tarihinde yaşanmış ve çoğunun üzerindeki sır perdesi hala aralanmamış olan 12 Eylül 1980 öncesinin siyasi çatışma ortamında yaşanan elim hadiseleri, siyah-beyaz keskinliğiyle açıklamaya çalışan indirgemeci yaklaşımla tanımı belirsiz ve soyut bir 'irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı'na delil olarak göstermek anlaşılır gibi değildir. Daha da önemlisi, partimiz hakkında açılan bir kapatma davasında bu olaylara gönderme yapmak ve tehlikenin bugün de mevcudiyetini vurgulamak suretiyle, 'negatif imaj' oluşturmaya çalışmak, hukuk etiği ile de bağdaşmamaktadır. Kısacası, tarihi sürekli kötüden iyiye doğru giden düz bir çizgi olarak gören ve karmaşık toplumsal olayları da kategorik genellemelerle açıklamaya çalışan bu pozitivist yaklaşım, hukuk alanında telafisi imkansız sonuçlara yol açabilmektedir.''

Savunmada, ''Altında 'YARSAV Yönetim Kurulu' yazan bir kağıdın iddianamenin ekleri arasında çıkması, 'toplama' delillerle şişirilerek özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınan iddianamenin siyasi mülahazaları yansıtan bir metin niteliğinde olduğunun bir başka göstergesidir'' denildi.

İddianamede Talim ve Terbiye Kurulunda kadrolaşmaya gidildiği yönündeki iddianın delili olarak sunulan gazete haberinin ''YARSAV Yönetim Kurulu'' imzasını taşıyan bir kağıdın arka tarafına yapıştırılmış olmasının manidar olduğu belirtilerek, ''Partimize ve Hükümet politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen YARSAV'a ait kağıtların Partimiz hakkında kapatma talebinde bulunan bir iddianamenin ekinde neden ve nasıl yer aldığını biz anlayabilmiş değiliz'' görüşüne yer verildi.

Başsavcılığın AK Parti aleyhine kullandığı delillere ait belgelerden birisinin YARSAV'a ait bir yazının arkasına yapıştırılmış olmasının, ''bu delilin YARSAV'da oluşturulduğu izlenimini verdiğine'' işaret edilen savunmada, ''(Birliğimizi kapatma hükmü taşıyan taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız kullanılacak, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam edecektir) ifadesine de söz konusu yazıda yer vererek, yasayla dahi kapatılamayacağını ileri süren YARSAV'ın Partimiz'in kapatılması için delil oluşturma sürecine katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Başsavcı'nın Anayasa Mahkemesi önünde bu durumu nasıl açıklayacağını doğrusu merak ediyoruz'' denildi.

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili olarak iddianamede yer alan deliller arasında bulunan bir gazete kupürünün üzerinde el yazısıyla ''RTE röportajı'' şeklinde bir ifadenin bulunmasının da ''delillerin siyasi yaklaşımla toplandığının göstergesi olduğu'' ifade edildi.

''DAVA HUKUKİ DEĞİL SİYASİ MÜLAHAZALARA DAYANIYOR''

Başsavcılığın tasavvur ettiği toplum modelinde, ''farklılıkların düşman olarak görüldüğü, çoğulculuğa, çok partili yaşama, siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına ve üyesi bulunulan uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu bir bakış açısıyla bakıldığı'' görüşüne yer verilen savunmada, ''Demokrasiyle laikliği bir araya getiren 'demokratik laiklik' kavramından bile rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de laikliği koruması mümkündür'' denildi.

Savunmada, şöyle devam edildi: ''Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, hakkımızda açılan kapatma davası hukuki gerekçelere değil ön yargının beslediği siyasi mülahazalara dayanmaktadır. Gerçekte olup bitenle hiçbir alakası olmayan iddia ve ithamlardan oluşan iddianame ve esas hakkındaki görüş, partimizi ve onun şahsında milletimizin hür iradesini tasfiye etme projesinin bir parçasıdır.''

''DEMOKRASİ VE LAİKLİK YORUMU EVRENSEL ANLAYIŞLA BAĞDAŞMIYOR''

İddia makamının demokrasi ve laiklik yorumunun evrensel anlayışla bağdaşmadığı belirtilen savunmada, bu davanın temelinde AK Partinin demokrasi ve laiklik anlayışının Başsavcı'nın anlayışıyla bağdaşmamasının yattığı vurgulandı.

Savunmada, Başbakan Erdoğan'ın ''laikliğin bireyin değil, devletin bir niteliği olabileceğine'' dair sözlerinin modern laiklik anlayışını yansıtmasına rağmen, iddianamede laikliğe aykırı olarak kabul edildiği örnek olarak gösterildi.

AK Parti'nin laikliği siyasi ve hukuki bir ilke olarak gördüğü belirtilen savunmada, ''AK Parti'nin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının temel hak ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir'' denildi.

Laikliği bir din, bir inanç veya diğer inançları ortadan kaldırmaya çalışan bir prensip olarak anlamanın ve yorumlamanın, laik hukuk düzenine ve toplumsal barışa yönelik en yakın ve ciddi tehlike olacağı ifade edilen savunmada, kendisine bir ideoloji veya bir inanç değeri yüklenen laikliğin, devleti inançlar konusunda tarafsız kılma görevini ortadan kaldıracağı ve devlet iktidarını inanç çatışmalarının tarafı, hatta alanı haline getireceği belirtildi.

Davada, ''Başsavcılığın laiklik anlayışının baştan sona problemli'' olduğu savunularak, AK Partiye yönelik ''laikliğe karşı eylemlerin odağı'' olma iddiasının doğrulanabilmesi için öncelikle ''laiklik'' kavramı konusunda bir sarahatin bulunmasının şart olduğu vurgulandı.

Savunmada, şöyle devam edildi: ''İddianamedeki laiklik tanım ve yorumları baştan aşağı sorunludur. Bu tanımlar bilimsel değildir, sarahat yoktur, kendi içinde çelişkilidir, subjektiftir, hukuk standartlarına uygun değildir ve en önemlisi koruduğunu iddia ettiği laiklik prensibinin kendisine bütünüyle zarar verici unsurlar içermektedir. Kendi içinde tutarlılık taşıyan, bilimsel muhakemeye uygun, toplumsal gerçeklerle ve laik düşüncenin evrensel birikimiyle uyumlu, herkes tarafından aynı şekilde anlaşılacak ve uyulacak, hukuki standartlar taşıyan bir laiklik tanımı iddianamede yer almamaktadır. İddianamede laiklik prensibi değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefi kanaat ve en tehlikesi diğer dini inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sistemi tanımlanmakta ve savunulmaktadır. Bu tanımlamalar bireysel hak ve özgürlüklere yönelik ciddi ve yakın bir tehdit içermektedir. Çünkü bu tanımlarda geçen inançlar, bir 'yaşam biçimi' olarak dayatılmaktadır.''

''LAİKLİK BİR 'YAŞAM BİÇİMİ' OLARAK TANIMLANIYOR''

İddianamede laikliğin bir ''yaşam biçimi'' olarak tanımlandığı, bu tanımlama yapılırken de ''aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığı'' gibi felsefi atıflarda bulunulduğu belirtilen savunmada, ''Bu tanımlamada yer alan 'aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığı' gibi felsefi atıflar felsefe ve bilim tarihinde tartışmalı ve sorunlu konulardır. İktibas edilen bu cümle, bir hukuk metninin uyması gereken sarahate uygun değildir'' denildi.

Laikliğin iddianamede ''her şey'' anlamına geldiği, böyle bir kavramın ise hukukun değil ideolojilerin boşluk kabul etmez dünyasının totallik yani bütünlük iddiasına cevap verebileceği belirtilen savunmada, bu cümleden bir laiklik tanımının değil, yeni açıklamalara ihtiyaç gösteren varsayımların çıkacağı ifade edildi.

İddia makamının ''laikliğin nasıl bir yaşam biçimi olduğu''nu açıklama mükellefiyetinin bulunduğu savunularak, laikliği ''yaşam biçimi'' olarak tanımlamanın, beraberinde çok ciddi siyasi ve toplumsal sorunlar doğurabileceği vurgulandı.

Savunmada, laiklik ''yaşam biçimi'' olarak tanımlandığı zaman, otomatik olarak farklı yaşam biçimlerinden birinin tercih edilmiş olacağı, o zaman sorulması gereken sorunun ''hangi yaşam biçimi laik yaşam biçimidir'' olacağı görüşüne de yer verildi. İddianamede yer alan tanımda ''bir uygar yaşam biçimi'' vurgusunun yapıldığı belirtilerek, O zaman hemen ''uygar olmayan yaşam biçimleri''ni ''laik yaşam biçimleri''nin karşısına koymak gerekeceği ifade edildi.

''DEVLET, FARKLI İNANÇLARI BİR ARADA VE BARIŞ İÇİNDE YAŞATMAK ZORUNDA''

''Partimizin anlayışına göre, laiklik bir 'yaşam biçimi' değildir'' denilen savunmada, laikliğin, farklı yaşam biçimleri arasından birini tercih etmek olarak tanımlanamayacağı vurgulandı. Akıl ve bilimin, insanoğlunun yaşadığı tarihsel tecrübe ışığında laikliğin bir ''yaşam biçimi'' değil, farklı yaşam biçimlerini hem özgür hem de barış içinde bir arada yaşatmak için geliştirilmiş çok önemli ve değerli bir hukuk prensibi olduğunu gösterdiği ifade edilen savunmada, ''Laikliğin özgür ve demokratik toplumlarda gelişmesi ve yerleşmesi, bu toplumların farklı yaşam biçimlerine saygı temelinde kurulmasındandır. Laiklik; bir yaşam biçimi değil, tersine farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan prensibin adıdır'' denildi.

Devletin farklı dini inançların ve pratiklerin de içinde yer aldığı farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatmak zorunda olduğu belirtilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''Bunun yolu, yaşam biçimlerinden birini tercih etmemek, bu yolla yaşam biçimlerinin birbiri üzerinde tahakküm kurmasını engellemektir. Laikliği 'yaşam biçimi' olarak kabul etmek, laikliği ortadan kaldırmak demektir. Sonuçta bir 'yaşam biçimi' kalıbına dökülen laiklik, içi ne ile doldurulursa doldurulsun diğer yaşam biçimleri için tehdit oluşturacak, bu sefer toplum, devlet ve hukuk himayesinde değerli ve imtiyazlı bulunduğu için totaliter bir yaşam biçiminin dayatması ile karşılaşacaktır. Laikliğin 'bir yaşam biçimi' olarak kabul edilmesi, pratik olarak bir 'yaşam biçimi'nin benimsenmesi ve toplumun farklı kesimlerine bu 'yaşam biçimi'nin dayatılması sonucunu verir. Bunun için tercih edilen yaşam biçiminin devlet katında bir ideolojiye veya düşünce sistemine dönüştürülmesi gerekir. Laikliğin bir 'yaşam biçimi' olarak kabul edilmesi, devletin totaliter ve dayatmacı bir devlete dönüşmesine yol açar. Totaliter devletlerde görülen belli bir insan tipinin ve yaşam biçiminin yüceltilmesi, özgürlüklerin de sonu olur. Sovyetler Birliği tecrübesi, laikliğin ancak totaliter bir ideolojinin çatısı altında bir yaşam biçimine dönüşebileceğini, bunu gerçekleştirmek için farklı yaşam biçimlerinin yok edilmesi gerektiğini göstermektedir.''

''ANAYASAMIZ, FARKLI YAŞAM BİÇİMLERİNİN TEMİNATIDIR''

Laikliği ''yaşam biçimi'' olarak tanımlamanın Anayasa'ya da aykırı olduğu ifade edilen savunmada, Anayasa'nın, farklı yaşam biçimlerinin yan yana yaşayabileceği özgürlükleri garanti altına alırken, devleti bu konuda tarafsız olmaya zorladığı belirtildi.

Anayasa'nın başlangıç kısmındaki ''onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını geliştirme hak ve yetkisi''nin ancak farklı yaşam biçimlerine devlet katında meşruiyet tanınması ile mümkün olacağı dile getirilen savunmada,Anayasa'nın 5'inci maddesinde devlete yüklenen ''insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama'' görevinin de ''yaşam biçimi'' dayatan bir devletin elinde yerine getirilemeyeceği kaydedildi.

Devletin bir yaşam biçiminden yana tercihte bulunduğu ülkede, Anayasa'nın 17'inci maddesinde herkese tanınan ''maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı''nın, 20'nci maddesinde herkese tanınan ''özel hayata saygı gösterilmesi hakkı''nın anlamının kalmayacağı ifade edilen savunmada, ''Anayasamız, farklı yaşam biçimlerinin teminatıdır. Anayasamıza göre, hangi isim ve kalıp içinde olursa olsun, devlet bir yaşam biçimini tercih edemez, hele hele onu laiklik adıyla toplum üzerinde tahakküm aracına dönüştüremez'' denildi.

''LAİKLİK BİR FELSEFİ İNANÇ DEĞİLDİR''

Laikliğin bir ''felsefi inanç'' da olmadığı ifade edilen savunmada, İddianame'nin laikliği, pozitivist ve rasyonalist bir felsefi inanç olarak tanımladığı ve savunduğu belirtildi. Laikliğin ''bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi'' olduğunu kabul etmenin ancak 19. yüzyılda geçerli olan ve ''bilimcilik'' (scientism, bilimperestlik) adı verilen pozitivizt felsefenin bir türünü benimsemekle mümkün olabileceği ifade edilen savunmada, bu ibarenin 19. yüzyılda kalan pozitivizme özgü bir iddia olduğu, bu iddianın çağdaş bilimin varmış olduğu nokta açısından da ilkel, geri ve çağ dışı kaldığı belirtildi. Savunmada, ''Böylesine geri bir bilim anlayışını savunmak, modern ve ileri bir ülkede kabul edilemez. Bu geri bilim anlayışını laiklik olarak takdim etmek ise, en başta laikliğe haksızlıktır. Üstelik iddia makamı laikliği bir felsefi inanca dönüştürerek ve bir felsefi inanç halinde savunarak Anayasa'nın 10'uncu maddesini açıkça ihlal etmektedir'' denildi.

Devletin dinler arasında tarafsız olmasının tarihteki örneklerde yeterli olmadığının görüldüğü, felsefi inançlardan dine karşı olanlar açısından da devletin tarafsızlığını temin etmenin önemli olduğu vurgulanan savunmada, müesses dinlerle rekabet halindeki felsefi inançlardan biri yanında yer alan ve devletin zorlayıcı gücüyle bu inancı benimsetmeye kalkan devletin de tarafsızlığını, dolayısıyla laik niteliğini kaybedeceği kaydedildi.

Laikliğin bir yaşam felsefesi olamayacağı, bu tanımın laikliği felsefe dünyasının labirentlerinde kaybetmeye yol açacağı vurgulanan savunmada, laikliğin açık ve sağlam bir hukuk prensibi olarak herkesin anlayacağı ve uyacağı şekilde varlığını sürdürmesi gerektiği belirtildi.

''POZİTİVİST LAİKLİK İDEOLOJİSİ ÇAĞ DIŞIDIR''

Savunmada, pozitivist laiklik ideolojisinin de çağ dışı olduğu ifade edilerek, şunlar kaydedildi: ''İddianame, 'bilimcilik/bilimperestlik' (Scientism) adı verilen bir felsefi inanca dayanmaktadır. Pozitivist mantık tek biçimliliğin, tekdüzeliğin mantığıdır. Totaliter ideolojilerin dünyası, tek hakikatin peşinde olduğu için pozitivizme dayanır. Tek bir doğru 'yaşam biçimi' olduğunu iddia eden totaliter ideolojiler ile iddianamede yer alan 'laik yaşam biçimi' arasındaki bağ, pozitivizmin 'bilimsel yaşam' bağlantısı ile kurulmaktadır. Başsavcılık sorgulamadan ve incelemeden laiklik diye bu ideolojiyi savunmaktadır. Bu ideolojiyi savunmak, Anayasamız'ın 10'uncu maddesine aykırı olduğu gibi, çağdaş dünyaya, hatta doğrudan bugün geçerli olan bilim anlayışına da aykırıdır.''

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne verdiği esas hakkındaki savunmada, ''düşünce açıklamalarına dayanarak bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesinin, özgürlükçü demokratik rejimin ne derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu gözler önüne serdiği'' ifade edildi.

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu ''Esas Hakkındaki Cevaplarımız'' başlıklı savunmada, iddianame ve esas hakkındaki görüşte parti yetkililerinin benimsemediği konuşmaların delil olarak yer aldığı ifade edilerek, parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin kapatma davasında ilgili siyasi parti açısından odak olmada kullanılabilmesi için parti yetkililerinin bunları benimsemesinin şart olduğu öne sürüldü. Bir partilinin Anayasa'ya aykırı bir tutum içinde olduğunun ileri sürülebilmesi için münferit ya da bağlamından koparılmış söz ve eylemlerin yeterli olamayacağı öne sürülen savunmada, siyasi parti üyesi veya yetkilisi olan kişinin tutumunu belirleyebilmek için, söz ve eylemlerin bütünsel bir biçimde ele alınması ve aynı konuda farklı zamanlarda ortaya koyduğu genel yaklaşımın dikkate alınması gerektiği kaydedildi.

Savunmada, ''İddianamede, parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin parti yetkilileri tarafından benimsendiğine dair en küçük bir delil sunulamamıştır.Hatta, parti yetkilileri tarafından açıkça reddedilen sözler bile deliller arasında sayılmıştır'' denildi.

İddianamede, AK Parti eski Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan'ın sözlerinin deliller arasında sayıldığı, oysa aynı toplantıda divanı yöneten Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün'ün, bu konuşmaya müdahale ettiği kaydedilen savunmada, ''Kamu adına hareket eden, bu nedenle objektif olması gereken ve lehe olan delilleri de toplamak zorunda olan Başsavcı'nın, sözde aleyhimize sunduğu delili açıkça etkisiz kılan bir konuşmayı kafasında oluşturduğu takiye kavramı ile geçiştirmeye çalışması ön yargılı olma ve şartlanmışlığın bir göstergesidir. Başsavcılığın bu yaklaşımı karşısında hukuken geçerli olan tekzip, düzeltme ve reddetme biçimindeki kavramların hiçbir anlamı kalmamaktadır'' ifadelerine yer verildi.

AK Parti'nin, yayımladığı genelgelerde belediyelerin parti programıyla bağdaşmayan kültürel faaliyetlerden kesinlikle kaçınmaları talimatı verildiği belirtilen savunmada, Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde ise belediyelerin sadece kültürel faaliyetleri ile ilgili uyarıldığı, bunun dışındaki laikliğe aykırı faaliyetler bakımından bir uyarı yapılmadığının iddia edildiği aktarıldı.

AK Parti'nin merkez ve yerel teşkilatlarının her ay binlerce etkinlik gerçekleştirdiği ifade edilen savunmada, ''Elbette, bunca yoğun etkinliklerde bazı hukuka aykırı söz ve davranışlar olabilir. Çünkü insanın olduğu yerde her zaman hata olabilir. Önemli olan bu yanlış söz ve eylemlerin partinin yetkilileri, kurulları, organları tarafından benimsenip benimsenmediğidir. AK Parti, kendi içinde mevzuata, parti tüzük ve programına aykırı üye eylemleri nedeniyle disiplin sürecini en iyi işleten ve sıkı biçimde uygulayan bir partidir'' denildi.

Başsavcılığın iddianamesinde, partinin bazı üyelerle ilgili yaptığı disiplin soruşturmalarının görmezlikten gelindiği ileri sürülen savunmada, şu görüşlere yer verildi: ''İddianamede partimizin bazı milletvekillerinin başörtüsünün kamu görevlileri için de serbest olması gerektiği yönündeki ve başka konulardaki kişisel beyanları partimiz aleyhine delil olarak sunulmuştur. Halbuki partimiz bu tür kişisel görüşleri benimsemediğini kamuoyuna açıklamakla yetinmemiş, parti politikalarına aykırı bu konuşmaları yapanlar hakkında disiplin soruşturması yapmış ve ceza vermiştir. Normalde düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan bu sözler hakkında bile disiplin soruşturması açmamız, parti olarak bu konularda ne kadar hassas olduğumuzu göstermektedir. Bu sözlerin yine de partimiz hakkında delil olarak sunulması iyiniyetle bağdaşmayan bir tutumdur.''

''İDDİANAMEDE 'LEHE OLAN DELİLLERE' YER VERİLMEMİŞTİR''

Ceza Muhakemesi Kanunu'na göre bir iddianamede, lehe olan hususların da gösterilmesinin zorunlu olduğu vurgulanan savunmada, ''Esasen Başsavcılığın aleyhe kullanılmak üzere delil olarak iddianamede yer verdiği hiç bir söz ve faaliyette 'laikliğe aykırılık' isnadını ispatlayacak bir nitelik bulunmamaktadır. 'Kendine göre aleyhe olan hususları' toplayan Başsavcı'nın, 'kendine göre lehe olan hususları' da iddianamesine koyması beklenirdi'' denildi.

Savunmada, iddianamede, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, ''Bir taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defans uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok'' şeklindeki ifadelerine yer verildiği, aynı konuşmasında geçen diğer sözlerine yer verilmediği öne sürüldü. Savunmada, ''Başsavcı kanuni görevi olan lehe delilleri toplama girişiminde bulunmadığı gibi, ilk cevabımızda sunduğumuz sözde aleyhe delilleri çürüten tekzip ve düzeltmeleri de görmezlikten gelmede ısrarcı tutumunu sürdürmektedir'' görüşüne yer verildi.

Esas hakkındaki savunmada, Başsavcılığın iddianamesi ve esas hakkındaki görüşünde, ''delil üretme gayreti sonucu, yoğun biçimde 'masumiyet karinesi'nin ihlal edildiği'' iddia edilerek, ''Hiçbir iddia makamı, bu denli keyfiliği hukuk giysisine büründüremez. Hukuk, her ne ise o dur; ancak asla bu değildir'' denildi.

Başsavcılığın iddianamede, ''Laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle 1997 yılında Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü görevinden alınan Beşir Atalay'' şeklinde ifadeye yer verdiği belirtilen savunmada, Atalay'ın, ''28 Şubat sürecinde hukuk dışı ve keyfi bir işlemle rektörlük görevinden alındığı, ortaya konulmuş tek bir laikliğe aykırı eyleminin bulunmadığı'' belirtildi. Savunmada, ''Hal böyle iken bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın 'masumiyet karinesi'ni açıkça ihlal etmek suretiyle böyle bir iddiaya yer vermesi, hukuk dışı 28 Şubat sürecindeki mantığın bir uzantısıdır'' ifadesine yer verildi.

''PARTİMİZ LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE GELMEMİŞTİR''

AK Parti hakkındaki ''laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasının'' tamamen hukuki dayanaktan yoksun olduğu ifad edilen savunmada, ''odak haline gelme şartları''nın Anayasa'da sayıldığı, ''odaklaşma'' için şart koşulan eylemlerin ''niteliği''nin ise belirtilmediği kaydedildi.

Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu'na göre, ''Anayasa'ya aykırı eylemlerin siyasi parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca benimsenmesi şartlarının gerçekleştiğinin somut ve açık kanıtlarla belirlenmesi gerektiği'' ifade edilen savunmada, şu görüşlere yer verildi: ''Parti üyeleri bir takım eylemler icra ediyor, fakat parti organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gelmez. Yine parti yetkililerinin 'kararlılık içinde' işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasa'ya aykırı eylemleri işleyenlerin bu eylemleri süreklilik içinde sıklıkla ve yoğunlukla tekrarlamaları zorunludur. Buna göre bir siyasi partinin eylemleri nedeniyle kapatılabilmesi için 'laikliğe aykırı eylemlerin varlığı' ve 'odak haline gelme' şartlarının birlikte gerçekleşmiş olması gerekir. Bu davada bu unsurların hiçbiri gerçekleşmemiştir.''

''LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLER MEVCUT DEĞİL''

İddianamede, ''laikliğe aykırı eylemler'' olarak ileri sürülen konuların, laikliğe aykırı bir nitelik taşımadığı öne sürülen savunmada, şöyle devam edildi: ''Laikliğe aykırı eylemden söz edebilmek için, laik devlet düzeninin dinsel kurallara dayalı bir düzenle değiştirilmesi faaliyetinin bulunması şarttır. AK Parti'nin, laikliğe ve Anayasa'nın 68. maddesinde sayılan başka değerlere aykırı hiç bir eylemi ya da açıklaması bulunmamaktadır. Bu durum karşısında kapatma davası ile kurgulanan tez bütünüyle çökmektedir. Genel olarak bireyler bakımından düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilen ifadeler, siyasi parti mensuplarınca kullanıldığında bunların kapatma nedeni olarak görülmesi ifade özgürlüğüyle ve onun özel bir kullanım biçimi olan siyasi parti özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Herhangi bir kişinin serbestçe söyleyebileceği bir sözü bir siyasinin evleviyetle söyleyebilmesi gerekir. Düşünce açıklamalarına dayanarak bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi özgürlükçü demokratik rejimin ne derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Oluşturduğu mantık kurgusu ile iddianame, demokratik bir ülkede siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırması ve siyasi partileri gerçek işlevinin dışına çıkardığını göstermesi bakımından da bir ibret vesikasıdır. İddianamede partililerin Anayasa'ya aykırı eylemleri olarak nitelendirilen beyan ve faaliyetlerinin neredeyse tamamı, aykırılık oluşturmak bir yana, insan haklarına bağlı demokrat bir partinin savunması gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır.''

''İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMELİ''

''Anayasa'ya aykırı eylem'' olarak iddianameye konulan ifadelerde, ''insan haklarına, demokrasiye ve hukuk devletine vurgu yapıldığı'' iddia edilen savunmada, ''Kaldı ki, bu nitelikte olmayan, başkalarının katılmayacağı ya da hoş görmeyeceği düşünce açıklamaları dahi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile güvence altına alınan 'ifade özgürlüğü' kapsamında değerlendirilmelidir'' denildi.

Bir siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olabilmesi için sunulan delillerde laiklik ilkesini zayıflatmaya veya ortadan kaldırmaya yönelik aktif, saldırgan ve somut bir tutumunun bulunması gerektiği belirtilen savunmada, ''İddianamede yer verilen beyanlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, AK Parti'nin, laiklik ilkesini reddetmek bir yana, demokratik bir ilke olarak pekiştirme konusunda ne kadar kararlı bir tutum içerisinde olduğu görülecektir. Partimizin, Anayasa'nın 68. maddesindeki değerleri ortadan kaldırmaya matuf en küçük bir eylemi veya söylemi bulunmamaktadır. Aksine Partimiz bu değerleri geliştirmeye yönelik bir misyona sahiptir'' ifadelerine yer verildi. Bu misyonun, Parti Tüzüğü ve Programı ile 6 yıllık iktidarları dönemindeki icraatla açıkça ortaya konulduğu belirtilen savunmada, bu konuya yönelik yapılan yasal düzenlemeler anlatıldı. Parti üyesi olmayan kişilerin iddianamede yer verilen eylem ve söylemleri laikliğe aykırı olsa bile bunlardan dolayı partinin sorumlu tutulmasının, cezaların şahsiliği ilkesine açıkça aykırılık teşkil edeceği belirtilen savunmada, bu nitelikteki eylem ve söylemlerden partinin sorumlu tutulamayacağı kaydedildi. İddianamede belirtilen parti organ ve üyelerinin eylem ve söylemlerinin ise,siyasi propaganda ve eleştiri hakkı çerçevesinde kalan eylemler olduğu öne sürülen savunmada, Anayasa Mahkemesi'nin, siyasi partilerin propaganda hakkıyla ilgili bir kararı örnek olarak gösterildi. Bu çerçevede bir siyasi partinin, yasalarla getirilen düzenlemeleri tenkit etmesi, bunların hukuka aykırı düştüklerini savunarak değiştirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemesinin, Anayasa'da öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin doğal bir sonucu olduğu savunuldu. Savunmada, şu görüşlere yer verildi: ''Partimiz üyeleri tarafından bu çerçevede bir yasal düzenlemenin eleştirilmesi şüphesiz anayasal koruma altındadır. Bu düşüncelerin hiçbirinde laikliğe aykırı bir durum söz konusu değildir. 2820 sayılı Kanun gereğince kapsamı Anayasa'da belirtilen laikliğe aykırı eylemlerin suç niteliğinde olduğu dikkate alındığında, iddianamede isnat edilen eylem ve söylemler söz konusu suçun yasal unsurlarını taşımadığı gibi, 'eleştiri' ve 'propaganda' hakkının kullanılması niteliğinde olan, Anayasa ve AİHS'in koruması altında olan düşünce açıklamaları niteliğinde olup, 'hukuka ve dolayısıyla laikliğe aykırı' bir nitelik taşımamaktadırlar.''

Anayasa'da, ''odak olma'' durumunun oluşması bakımından parti üyelerinin eylemleri ile parti organ ve kurullarının eylemlerinin farklı kurallara bağlandığı belirtilen savunmada, ilgili mevzuat hükümlerine yer verildi.

''AK Parti'nin yetkili organları tarafından laikliğe aykırı herhangi bir eylemin benimsenmesinin asla söz konusu olmadığı'' belirtilen savunmada, bu davada parti yetkili organ ve kurullarınca alınmış laikliğe aykırı herhangi bir karar bulunmadığı öne sürüldü.

AK Parti'nin kapatma davasıyla ilgili Anayasa Mahkemesine verilen esas hakkındaki savunmada, ''Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez. Partimiz, özgürlükçü bir laiklik anlayışını savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştır'' denildi.

AK Parti'nin, Anayasa Mahkemesine sunduğu esas hakkındaki savunmada, parti mensuplarının açıklamaları ve faaliyetlerinin ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında olduğu ve laikliğe aykırı olmadığı belirtildi.

''Bu davanın en önemli özelliği bir ifade özgürlüğü davası olmasıdır'' görüşüne yer verilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''İddianamede, militan laiklik anlayışı ile bağdaşmayan ifadeler kapatma nedeni olarak gösterilmektedir. Oysa özgürlükçü bir demokraside siyasi partilerin kamusal sorunlar konusunda farklı politikaları savunmalarından daha doğal bir şey olamaz. İddianamede yer alan, başörtüsü, katsayı, Kur'an kursları gibi konularda, çoğu zaman basının soruları üzerine gündeme getirilen anlık açıklamalar şeklinde gelişen konuşma ve demeçler, bazı çevreler tarafından beğenilmese de ifade özgürlüğü kapsamındadır. Öte yandan, yapılan konuşmalar delil olarak sunularak AK Parti hakkında kapatma davası açılması doğru değildir. Başbakan'ın, başörtüsünün dini inancın gereği olup olmadığı hususunun din bilginleri (ulema) tarafından tartışılacak bir konu olduğuna işaret eden açıklaması da iddianamede laikliğe aykırı delil olarak gösterilmiştir. Oysa Başbakan'ın iddianamede yer verilen bu sözleri, hukuk sistemimizde yer alan ve uygulanan bilirkişilik müessesine ilişkindir. Bu sözler, hukuk devletindeki adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru olan 'bilirkişilik' bağlamında değerlendirilmelidir. Laik bir hukuk devletinde yargıçların bir dinin gerekleri konusunda uzman olmaları beklenemez. Teknik bilgi ve birikim gerektiren bu hususun yargılama sırasında konunun uzmanlarına sorulması laiklik ilkesine aykırılık teşkil etmemektedir.''

Davada, çok değişik konularla ilgili olarak yargı kararları, Yüksek Mahkeme başkanlarının açıklamaları, Cumhurbaşkanı'nın ifadeleri ve geri gönderme gerekçelerinde yer verdiği değerlendirmeleri hakkında AK Parti Genel Başkanı ve parti mensuplarınca yapılan eleştirilerin, aleyhe delil olarak gösterildiği anımsatılarak, bu tür karar ve açıklamaların eleştirilemeyeceğine dair ne bir Anayasa ne de yasa kuralı bulunduğu ifade edildi.

Savunmada, herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi Yüksek Mahkeme başkanları ve Cumhurbaşkanı'nın görüşlerinin de eleştirilebileceği belirtildi.

''PARTİMİZİ 'ŞİDDET'LE İLİŞKİLENDİRME GAYRETİ ABESLE İŞTİGALDİR''

İddia makamının, Venedik Komisyonu raporunda siyasi partilere yönelik yasaklama nedenlerinin şiddetle sınırlı olmadığını ileri sürdüğü ifade edilerek, Venedik Komisyonu'nun, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları konusu ile ilgili 2000 tarihli raporundaki 7 kriter sıralandı.

Bu kriterlere göre, siyasi partilerin ancak ''şiddet'' kullanımını savundukları veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasal bir araç olarak kullandıkları takdirde, yargılama güvencelerine sahip bir prosedür izlenmek koşuluyla ve son çare olarak kapatılabildikleri kaydedilerek, yasaklama ilkelerinin ''şiddetle'' sınırlı olduğu belirtildi.

Savunmada, ''Kaldı ki hoşgörüsüzlük bir siyasi parti için tek başına bir yasaklama kriteri olarak alınsa bile, AK Parti'ye isnat edilebilecek bir nitelik olamaz'' denilerek, şunlar kaydedildi: ''İddianamede sunulan hiçbir delilde partimize isnat edilebilecek herhangi bir şiddet, şiddete çağrı ve suça teşvik edici unsur yer almamaktadır. Başsavcı, hem iddianamede hem de esas hakkındaki görüşünde akıl ve mantık kurallarını alt üst edecek şekilde partimizle şiddet arasında zoraki bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır. Aslında AK Parti mensuplarının ısrarlı bir şekilde şiddeti reddeden açıklama ve tutumları, iddianamenin bu konuda ne derece gerçeklikten uzak ve ön yargılı biçimde hazırlandığını gözler önüne sermektedir. AK Parti, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu da eylem ve söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Buna karşın Başsavcı, parti üyesi olmayan kişilerin televizyonlarda yaptığı konuşmaları bile partiye isnat etmeye çalışmaktadır. Parti üyesi olmayan kişilerin eylem ve söylemleri ile parti arasında bağ kurmaya çalışmak hukuka aykırıdır. Tıpkı 'Ilımlı İslam Projesi' gibi öteden beri belli odaklarca AK Parti'ye isnat edilmeye çalışılan yakıştırmanın da Başsavcı'nın iddialarına esas teşkil etmesi gibi, bu konu da Başsavcı'nın siyasi yaklaşımını da ortaya koymaktadır. Partimiz, demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün en büyük düşmanı olarak görmektedir. AK Parti, bunun için çoğulcu demokrasiye sahip çıkılmasını, iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil demokratik seçimlerin geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de açıkça yansıtan bir partidir. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır. Başsavcılığın toplumda infial uyandıran ve herkes tarafından lanetlenen Danıştay saldırısı ile Genel Başkan'ın sözleri arasında dolaylı bir bağ kurma çabaları ve bu olayın faillerinin kullandığı bazı sözlerin partinin yaklaşımlarına bağlanmaya çalışılması son derece tehlikelidir. Başsavcı'nın, kapatma davasında bu elim olayı partimizin aleyhine kullanmak istemesi kabul edilemez. Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla partimiz arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadeler, en hafif tabirle iftiradır. Başsavcılık, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde de 'bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır' demek suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir.Partimizin herhangi bir yargı organına karşı 'tehdit ve hakaret' içeren en ufak bir açıklaması olmamıştır. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır. Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.''

İddianamenin ''olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içinde'' olduğu belirtilerek, iddianamedeki partinin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadelerin ''tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibaret'' olduğu belirtildi. Ayrıca, parti dışında bazı basın ve yayın organlarında farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel görüş ve değerlendirmelerle partinin doğrudan ya da dolaylı hiçbir ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılmasının ''hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmadığı'' kaydedildi.

''PARTİMİZİ 'HOŞGÖRÜSÜZLÜKLE' İTHAM ETMEK GÜLÜNÇTÜR''


Hayali bir ''şiddet'' argümanını destekleyen inandırıcı delillerin olmadığını anlayan Başsavcılığın, esas hakkındaki görüşünde ''hoşgörüsüzlük'' ithamını öne çıkarmak istediği belirtilerek, ''Partimize yönelik özellikle esas hakkındaki görüşte Başsavcılık tarafından daha yoğun biçimde kullanılan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık isnadı da asılsız ve ağır bir ithamdır ve asla gerçeği yansıtmamaktadır. Partimiz, 6 yıllık iktidarında farklı din ve inanç mensuplarına saygı esasına dayalı politikaları hayata geçirmiştir'' denildi.

Ayrımcılık yasağı ve hoşgörünün aynı zamanda laiklik ilkesinin de bir gereği olduğu ifade edilen savunmada, AK Parti'nin, özgürlükçü bir laiklik anlayışını savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kaldığı belirtildi.

''Batılı anlamdaki laikliği savunan ve bu bağlamda farklı din ve inançları sosyolojik gerçeklik olarak kabul edip onların bir arada barışçıl biçimde birlikteliğini sağlamayı hedefleyen bir partiyi hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla itham etmenin ne derece asılsız olduğu açıktır'' denilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''Partimiz hakkındaki hoşgörüsüzlük iddiasının örnekleri olarak gösterilen söylemlerin hoşgörüsüzlükle ilgisi bulunmamaktadır. Başsavcı, partimiz mensuplarının Danıştayın bir kararına yönelik eleştirilerini bile hoşgörüsüzlük örneği olarak göstermektedir. Burada eleştiri ile hoşgörüsüzlük birbirine karıştırılmaktadır. Mahkeme kararlarının eleştirilmesine bile tahammül edemeyen ve bu eleştirilerle mahkeme üyelerine yönelik saldırı arasında ilişki kurmaya çalışan iddia makamının, partimizi hoşgörüsüzlükle itham etmesi paradoksal bir durumdur.

Diğer yandan, Başsavcılığa göre TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın (..Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz...'' sözünün türban takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir. Bu sözün bir hoşgörüsüzlük örneği olarak gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Bu söz, üniversite öğrencilerinin her türlü kıyafetle öğrenimlerine devam edebildiklerini, bu anlamda başörtüsünün de serbest olması gerektiğini ifade etmektedir.Dolayısıyla üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını eleştirmeye yönelik bir beyan, başörtüsü takmayanlara karşı bir hoşgörüsüzlüğe delil olarak sunulamaz. Daha da önemlisi, bu sözün anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu iddiası, ancak bir siyasi paranoya örneği olabilir.

Aynı şekilde, Bülent Arınç'ın parlamentonun gerekirse Anayasa Mahkemesini bile kaldırabileceğine, demokratik ülkelerde bizdeki mahkemeye benzer bir kurumun bulunmadığına dair sözleri de hoşgörüsüzlük örneği olarak gösterilmektedir. Başsavcı diğer örneklerde olduğu gibi, burada da bu sözün hangi bağlamda ve neden söylendiğini dikkatten kaçırmaktadır. Bu söz, Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin'in başörtüsü konusunda artık parlamentonun düzenleme yapamayacağını söylemesi üzerine verilen bir cevaptır. TBMM'yi temsil eden bir kişinin temsil ettiği kurumun anayasal yetkilerini hatırlatmasından ve anayasa yargısı hakkında değerlendirme yapmasından daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla en fazla siyasi eleştiri olarak görülebilecek bu sözlerin hoşgörüsüzlük olarak nitelenmesi, bizatihi eleştiriye tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük örneğidir. Kurulduğu andan itibaren AK Parti, gerginliklere yol açılmaması, toplumsal barış ve huzurun bozulmaması için özel bir ihtimam göstermiştir. Hatta bu bağlamda partimiz bazen en demokratik haklarını bile kullanmaktan imtina etmiştir. Nitekim, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce düzenlenen ve doğrudan AK Parti hükümetini hedef alan mitinglere rağmen, milyonlarca üyesi bulunan partimiz sükunetini muhafaza ederek karşı mitingler düzenlemekten bile kaçınmıştır. Başsavcılığın iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de çok yoğun biçimde olaylar, kavramlar hukuki düzenlemeler ile mantıksal ve hukuksal bağlantılar, tamamen AK Parti aleyhine sonuç elde etmek amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylesine art niyetli bir değerlendirmenin bir hukuk makamı olan Başsavcılık tarafından yapılması son derece endişe vericidir. Şiddet ve hoşgörüsüzlük örneklerinde yapılmaya çalışılan zorlama yorum ve bağlantılarda olduğu gibi hukukun belli bir ideolojik bakışın hizmetine sokulmaya çalışıldığı bir yerde aslında hukukun bir güvence unsuru olmasından bahsetmek de mümkün değildir.

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu savunmada, önce dava açılmaya karar verilerek sonra delil toplandığı, iddianameye ek olarak sunulan dosyalarda yer alan gazete haberlerinin ve yorumların büyük bir kısmının, bunların yayınlanmasından yıllarca sonra internet yoluyla derlendiği ileri sürülerek, ''Bu nedenle bu dava adeta bir 'Google davası'dır'' denildi.

AK Parti'nin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu ''Esas Hakkındaki Cevaplarımız'' başlıklı savunmada, iddianamede ''laikliğin tek boyutlu bir kavram olarak görüldüğü, bireylerin benimsemesi gereken bir uygar yaşam biçimi ve yaşam felsefesi şeklinde takdim edildiği'' belirtilerek, ''bu yaklaşıma göre, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olan laikliğin, ülkede yaşayan herkes tarafından benimsenmesi zorunlu bir yaşam biçimi olduğu'' kaydedildi. İddianamede laikliğin, ''insanı kul olmaktan çıkarıp birey haline getiren bir ilke olarak görüldüğü'' ifade edilen savunmada, ''Laikliğin insanı kul olmaktan çıkardığı şeklindeki tez, bilimsel ve sosyolojik bir gerçeği yansıtmamanın ötesinde kendini hem bir birey hem de Yaratıcının bir kulu olarak gören inançlı insanlar açısından oldukça inciticidir. Esasen, Başsavcılığın dinin bireysel ve toplumsal yaşamdaki yeri hakkındaki ifadelerinde çelişki ve tutarsızlıklar mevcuttur'' denildi.

''Dinin hukuki düzenlemelere mesnet teşkil etmesinin ayrı, dünya hayatına bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda inanan insanlar için kaynak olarak görülmesinin ayrı olduğu'' ifade edilen savunmada, şöyle devam edildi: ''Burada çizilen din anlayışı, kişinin sadece iç dünyası (vicdanı) ile ilgili zihinsel veya duygusal düzeyde kalan kutsallardır. Bu açıdan bakıldığında dinin, toplumsal ilişkilere yansıyan herhangi bir yönü olmamalıdır. Din sadece inanan kimsenin iç dünyasını ya da topluma yansımayan yönleriyle bireysel hayatını tanzim etmeli, dinin sosyal hayat ile bağlantısı mabedin kapısında başlamalı ve kapısında bitmelidir. Bunun dışındaki alanlara dini inançların yansıması mümkün değildir. Bu anlayışa göre, örneğin dini bayramların resmi tatil olması da laikliğe aykırıdır. İddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve dünya işlerine kesinlikle karıştırılmaması gerektiği şeklindeki katı ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığı yoktur. Halbuki tüm toplumlarda din, bireylerin kimliklerini belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmektedir. Bu nedenle, din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laiklik, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını reddetmez. Bu noktada, iddianamede 'devletin ve hukukun' dine dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının birbirine karıştırılması temel hatalardan birisidir. Bu yüzden din ve vicdan özgürlüğünün dışa vurumları olan olgu ve ifadeler, devletin temel düzenlerinden birini dine dayandırma gibi çok yanlış bir şekilde yorumlanmış ve suçlanmıştır.''

''Başsavcılığın laiklik anlayışına esas teşkil eden din algısının gerçek hayattaki sosyolojik din olgusundan uzak olduğu'' ileri sürülen savunmada, ''İddianamede ve esas hakkındaki görüşte dine, İslam'a ve Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik perspektif, Türk toplumu ve Türkiye Cumhuriyetinin hak ve özgürlükler açısından kazanımları, günümüz küresel dünyasının dini duygu ve olgulara bakışı ve insanlığın inanç ve ifade özgürlüğü noktasında ulaştığı aşama ile örtüşmeyen, indirgemeci ve dogmatik bir ideolojinin ürünü olarak temayüz etmektedir'' denildi.