''ANAKRONİK BAKIŞ AÇISI''
Sorunun, ''laikliğin anlamı ve gerekleri konusundaki anakronik bakış açısından kaynaklandığı'' kaydedilen açıklamada, ''Başsavcılığın, demokrasi ile laikliğin birlikte anılarak 'demokratik laiklik' kavramının kullanılmasına adeta isyan ettiği ifade edildi. ''Buradaki temel problem, laikliğin demokrasinin 'olmazsa olmaz'ı olduğu belirtilirken, demokrasinin de laiklik için vazgeçilmez olduğunun söylenmemesidir. Demokrasinin olmadığı yerde laikliğin tek başına bir anlamı yoktur'' denilen savunmada, bugün de birçok devletin, dinin devlet işlerine karıştırılmaması anlamında laik olduğu halde, demokratik anayasal devlet niteliğine sahip bulunmadığı kaydedildi.''Laikliğin dinamik bir kavram olduğu ve devletin demokratikleşmesi sürecinde laiklik anlayışının da demokratikleştiği'' ifade edilen açıklamada, ''laikliğin dünyada en katı şekilde uygulandığı Fransa'da bile bu dönüşümün yaşandığı'' belirtildi.
Savunmada, ''Türkiye'de de laikliğin, din ve devlet işlerinin ayrılığı anlamındaki tanımının devam etmekle birlikte, bu ilkenin diğer boyutu olan din ve vicdan özgürlüğünün tek parti dönemine göre oldukça geliştiği'' ifade edildi.
''LAİKLİĞİN TOPLUMSAL TEMELLERİNİ PEKİŞTİRDİ''
Savunmada, şunlar kaydedildi: ''Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olan laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi gibi diğer niteliklerle eklemlenerek bugünkü halini almıştır. Nitekim bu sosyolojik dönüşüm, laikliğin toplumsal açıdan algılanmasını ölçmeye yönelik bilimsel çalışmalarda da ortaya çıkmaktadır. Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile Prof. Dr. Binnaz Toprak'ın Kasım 2006'da yaptıkları sosyolojik araştırma bu bakımından son derece önemlidir. Değişen Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset adlı bu bilimsel araştırmaya göre, toplumda laikliği benimsemeyenlerin oranı ciddi ölçülerde düşmüştür. Daha sonra yapılan bilimsel araştırmalarda da benzer sonuçlara ulaşılmıştır. Çarkoğlu ve Toprak'ın araştırması, aynı zamanda iktisadi seviye yükseldikçe laikliği benimseyenlerin oranının arttığını göstermektedir.''
''Bu noktada AK Parti'nin yoksulluğun etkilerini azaltmak için uyguladığı sosyal yardım politikalarıyla, izlediği ekonomik büyüme ve gelir dağılımı politikalarını çok iyi değerlendirmek gerektiği'' belirtilen savunmada, şöyle devam edildi: ''AK Parti, bir yandan devletin temel düzenlerini Avrupa standartlarına uyarlayarak laikliğin hukuki boyutunu güçlendirirken, diğer yandan da demokratik özgürlükleri genişletmek, din ve vicdan özgürlüğüne özen göstermek ve ekonomik politikalarıyla refahı yükseltmek suretiyle laikliğin toplumsal temellerini pekiştirmiştir. Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmek ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış olabilir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, partimizin laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği iddiasının hiçbir somut, nesnel ve bilimsel dayanağı bulunmamaktadır. Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne yansıyan 'demokratik laiklik' alerjisine paralel olarak, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan çok partili yaşamı irticayla ilişkilendirme gayretiyle mahkum etmeye çalışması anlaşılır gibi değildir. Başsavcı, adeta çok partili siyasi yaşamın laiklikten tavizi ve bazı siyasi partilere sızan irticaya primi beraberinde getirdiğini savunmaktadır. Halbuki, çok partili, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin olmadığı bir yerde laiklik de kendisinden beklenen toplumsal ve siyasal işlevi yerine getiremez.''
''PARTİMİZİN BENİMSEDİĞİ SİYASİ BİR İLKE OLARAK LAİKLİK...''
''Pozitivist ve militan laiklik anlayışının iddianame ve esas hakkındaki görüşe yansımalarından birinin de, AK Parti Genel Başkanı'nın yaşam tarzının değişmediğine dair sözlerinin takiyenin itirafı olarak değerlendirilmesi'' olduğu kaydedilen savunmada, şöyle denildi: ''Başbakan'ın 'Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim' şeklindeki sözlerinin, laikliği tek ve resmi yaşam biçiminin herkese dayatılması olarak gören bir bakış açısıyla anlaşılması güç olabilir. Halbuki, partimizin benimsediği siyasi bir ilke olarak laiklik, bireylerin yaşam biçimlerini değiştirmeyi ve herkesin ortak bir yaşam biçimini benimsemesini değil, tersine farklı yaşam tarzlarının bir arada var olmasını gerektirmektedir.''
Savunmada, ''Laikliğin, özgürlükçü yorumunu vurgulamak için kullanılan 'demokratik laiklik' gibi kavramların sonradan üretilmiş yeni siyasi terimler olmadığı ifade edildi. Başsavcılığın, ''AK Parti'nin kapatılması girişimini Avrupa Birliği'nin benimsediği demokratik ve özgürlükçü laiklik anlayışı açısından eleştiren AB yetkililerinin tavrından rahatsız olduğu'' öne sürülen savunmada, ''Halbuki bu eleştiriler Türkiye'nin AB'ye üyeliği için çok önemli adımlar atmış bir partinin laiklik aleyhine odak olamayacağına dair açık ve yalın gerçeğin batılı bazı siyasetçiler tarafından görüldüğünü göstermektedir'' denildi.
''LAİKLİK BÜTÜN DÜNYADA TARTIŞILIYOR''
Laikliğin bütün dünyada tartışıldığı belirtilen savunmada, Avrupa Anayasası tartışmalarında, ''Tek Avrupa'' hedefinde en çok tartışılan konuların başında laikliğin geldiği belirtildi. ''Farklı laiklik uygulamalarını içinde barındıran Avrupa'nın özgürlükçü bir yorum benimsemesi, dikkatle takip edilmesi gereken bir tecrübedir'' denilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''AB temsilcilerinin Türkiye'deki laiklik tartışmalarına müdahil olmaları da bu birikimin sonucudur. 'Bizim laikliğimiz sadece bize özgüdür' sözü, sadece demokrasi karşıtlığını temellendirebilir. Laiklik evrensel bir birikimdir. Türkiye'nin tek özgün tarafı, laiklik prensibinden demokrasi karşıtı yorumlar üretilmesidir. Demokrasiyi imkânsız hale getiren bir laikliği savunmak, kestirmeden azınlık diktasını savunmak demektir.''
Esas hakkındaki görüşte yer verilen ''Uzun mücadelelerle kazanılmış, evrensel bir hak mertebesine yükselmiş laikliğin tartışmaya açılması, meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş felsefesi ve temel anayasal kuralları karşısında olanaksız bulunmaktadır'' ifadelerinin de ''ilginç olduğu'' kaydedilen savunmada, ''İddia makamının, siyasi bir ilke olan laikliği, muhtemelen farkında olmadan 'evrensel bir hak' olarak sunması, kavram üretmenin tipik bir örneğidir. İnsan hakları literatüründe 'laiklik hakkı' diye bir kavram yoktur. Tıpkı 'demokrasi hakkı' ya da 'kuvvetler ayrılığı hakkı' gibi kavramların olmadığı gibi'' ifadelerine yer verildi.
''PARTİMİZ REFERANDUMLA SORGULAMA ÇABASINA GİRMEDİ''
Laikliğin ''devletin sahip olması gereken bir nitelik'' olduğu belirtilen savunmada, şöyle devam edildi: ''Laikliğin 'meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları' olarak ifade edilen ithamın hiçbir dayanağı yoktur. Partimiz hiçbir zaman referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmemiştir. Laikliğin uygulamada neyi gerektirdiği konusundaki tartışmalar ise, demokratik ülkelerin tamamında rastlanabilecek türden tartışmalardır. Bunları laikliğin meşruiyetinin sorgulanması olarak göstermeye çalışmak, bu kavramın demokratik ve özgürlükçü yorumu yerine onun tam da karşı olduğu dogmatik yorumunu benimsemekten kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak, bu davada temel sorun, AK Partinin evrensel standartlarla uyumlu demokratik laiklik anlayışının, Başsavcılığın savunduğu bireyi ve toplumu nesneleştirici ve dönüştürücü laiklik anlayışına aykırı görülmesidir.''
''DELİL OLMA DEĞERİ YOK''
Savunmanın, ''Bu Davada Sunulan Delillerin İspat Hukuku Bakımından Delil Olma Değeri Yoktur'' başlıklı bölümünde, şu görüşlere yer verildi: ''Partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu hakkında ikna edici hiçbir delil sunulamamış ve müddei iddiasını ispat edememiştir. Müddeinin iddiasını hukuki delillerle ispat etmesi ispat hukukunun en temel ilkesidir. İspat, olguların doğruluğu hakkında hakimde kanaat uyandırmak için geçerli ve gerekli delillerin sunulmasıdır. Bir parti kapatma davasında kullanılabilecek deliller, partinin tüzük ve programı ile yayınladığı yazılı açıklamalar ya da doğruluğu kesin olarak tespit edilmiş ses ve görüntü kayıtlarıdır. Başsavcı ispat konusunda hiçbir etkisi ve önemi olmayan yüzlerce gazete kupürü ve internet çıktısını doğru düzgün bir tasnife dahi tabi tutmaksızın ekler arasına istif etmiş bulunmaktadır. Bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın, yargılamada zamandan ve emekten tasarruf adına böyle yapmayarak, gerçekten delil olabilecek yazılı belge ve ses kasetlerini ayıklayarak delil olarak sunması beklenirdi. Bu davada partimizin tüzük ve programı ile yazılı açıklamalarında laikliğe aykırı hiçbir husus bulamayan Başsavcı, eylemlerin Anayasa'ya aykırılığına dayalı dava açabilmek için doğruluğu ispatlanmamış yüzlerce gazete haberleri ile birkaç ses kaydını delil olarak sunmuştur. Esas hakkındaki görüşe birkaç ses kaydı eklenmesi, iddianamede delil olarak sunulan gazete kupürlerinin hiçbir hukuki değere sahip olmaması nedeniyle, son bir gayretle delil gösterme çabasının sonucudur. Bu durum bile, Başsavcılığın sadece gazete haber ve yorumlarının tek başına delil olamayacağını zımnen kabul ettiğini göstermektedir. Sunulan bu deliller de partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği isnadını ispatlamaktan çok uzaktır.''
''DELİLLERİN ÖNEMLİ KISMI DAVA KARARINDAN SONRA ÜRETİLDİ''
Bu nedenlerle ''davanın, ispat hukukuna aykırılıktan da reddi gerektiği'' görüşü ileri sürülen savunmada, ''davada delillerin önemli bir kısmının dava açılmasına karar verildikten sonra üretildiği'' ileri sürüldü. ''Bu davada toplanan delillerin erişim tarihlerine bakıldığında delilerin çok büyük bir kısmının dava açmaya karar verilmesinden sonra toplandığı izlenimi oluşmaktadır'' denilen savunmada, şu görüşler yer aldı: ''Yargılama hukukunun temel ilkesi delillerden sonuca gitmek iken, partimiz hakkında açılan davada bu ilke tersine çevrilmiş görünmektedir. Önce dava açmaya karar verilmiş, daha sonra da bunun için delil toplanmıştır. Nitekim iddianameye ek olarak sunulan dosyalarda yer alan gazete haber ve yorumlarının büyük bir kısmı bunların yayınlanmasından yıllarca sonra internet yoluyla derlenmiştir. Bu nedenle bu dava adeta bir 'Google davası'dır. Başsavcı, çok sayıda haber ve yorumu dava açma tarihine yakın bir zamanda anahtar kelime yazarak 'google' arama motorundan arama yapmak suretiyle elde etmiştir. Örneğin, iddianamenin 10, 14, 29, 74, 93, 95, 97, 100 no'lu eklerinde yer alan bazı deliller bunlardan sadece birkaçıdır. Bu şekilde internetten elde edilen gazete haber ve yorumlarının 2 Şubat 2008 Cumartesi ve 3 Şubat 2008 Pazar günleri indirildiği görülmektedir. Bu durum Başsavcılığın partimiz hakkında dava açabilmek için hafta sonu tatilinde bile yoğun bir mesai yaptığını göstermektedir.''
''Aralarında ilgili haberin yayınlandığı tarih ile bunun Başsavcılık tarafından gazetenin internet sayfasından indirilip delil olarak dosyaya konulduğu tarih arasında üç veya dört yılı geçen örneklere de rastlamanın mümkün olduğu'' ifade edilen savunmada, şöyle denildi: ''Hatta, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 22 Ağustos 2001 tarihli bir gazetede yayınlanan açıklamasına yer verilen iddianamedeki 5 nolu ek, bu haberin üzerinden yedi yıldan daha fazla bir süre geçtikten sonra, 10 Mart 2008 tarihinde ilgili gazetenin internet sayfasından indirilerek elde edilmiş ve delil olarak sunulmuştur. İddianame eklerinde sunulan belgelerden partimiz hakkında delil toplama çalışmasının 24-25-26 Ekim 2007 ve 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008 tarihlerinde yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Kapatma davasında delil oluşturma endişesinin çok yoğun biçimde kendisini gösterdiği bu iki zaman dilimi de anlamlıdır. 24-25-26 Ekim 2007 tarihindeki birinci delil oluşturma girişimi partimizin güçlenerek çıktığı 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimleri ile Cumhurbaşkanı seçimi sonrasına denk gelmektedir. 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008 tarihlerindeki ikinci delil toplama girişimi ise farklı siyasi partilere mensup 411 milletvekilinin kabulü ile Anayasanın 10 ve 42. maddelerinin değiştirilmesi dönemine rastlamaktadır.''
Savunmada, iddianamede delil olarak kullanılan gazete kupürlerinin çok az bir kısmının ilgili gazetelerden günü gününe kesilen kupürlerden oluştuğu, diğerlerinin internet sitelerinden taranarak toplandığı yinelenerek, bununla ilgili eklerde yer alan örneklerin ''AK Parti hakkında önceden kararlaştırılmış kapatma davası için sonradan delil toplama gayretinin açık bir göstergesi olduğu'' ileri sürüldü. İddianame eklerinde delil olarak sunulan gazete kupürlerinin bir kısmında sadece gazetelerde AK Partiyle ilgili yer alan haber ve yorumlara yer verilen kısımların fotokopisi sunulduğu, gazete adı ve yayın tarihinin belirtilmediği ifade edilen savunmada, ''Bu biçimdeki örnekler iddianamenin hem özensiz biçimde acele olarak hazırlandığını göstermekte hem de laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu izlenimini verebilmek amacıyla partimiz aleyhine delil oluşturma gayretinin ne derece ciddiyetten uzak olduğunu gözler önüne sermektedir'' ifadeleri kullanıldı.
''HUKUK GARABETİ''
Savunmada, şöyle denildi: ''Ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmak bir hukuk garabetidir. Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde, Siyasi Partiler Kanunu'nun 106. maddesi uyarınca, idari mercilerin siyasi partilerle ilgili yasak fiil ve haller hakkında edindikleri bilgileri Başsavcılığa bildirmeleri gerektiği halde, AK Parti hakkında eklenen yüzlerce kanıttan hiçbirinin bu kanaldan intikal ettirilmemiş olduğu, bu 'kanıtlar'ın tamamının Başsavcılık tarafından resen yapılan araştırma sonucunda edinildiği belirtilmektedir. Başsavcı'ya göre bu durum bile davalı partinin kamu görevlileri üzerinde yarattığı etkinin açık göstergesidir. Başsavcı 'bu durumu' yanlış yorumlamaktadır. Partimiz hakkında idari mercilerden laikliğe aykırı fiil ve haller olarak nitelendirilebilecek herhangi bir bilginin Başsavcılığa iletilmemiş olması, iletilebilecek bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Ayrıca, tüm kamu görevlilerinin AK Parti'nin etkisinde kalarak yasal yükümlülüklerini yerine getirmediğini ileri sürmek, masumiyet karinesine aykırı bir şekilde bu kişileri suçlamak ve töhmet altında bırakmak demektir. Esasen Başsavcının 'yüzlerce' dediği 'kanıtlar', başörtüsü konusundaki farklı açıklamalardan ibarettir.''
''Gazete haberlerinin ve yorumların, gerçeklikleri başka ikna edici delillerle desteklenmedikçe, tek başına delil olma vasıfları bulunmadığı'' belirtilen savunmada, Anayasa Mahkemesi'nin yakın tarihli bir siyasi parti kapatma davasında davalı parti genel başkanının yaptığı ileri sürülen bir konuşmanın sadece bir dergide yayınlanmış olmasını ispat için yeterli kabul etmediğini işaret edildi. Savunmada, ''Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Askeri Yargıtay'ın kökleşmiş içtihatlarına göre ses bantları ve video kasetlerinin yan delillerle doğrulandığı ölçülerde delil olarak kabul edildiği'' belirtilerek, şöyle denildi: ''Başsavcı esas hakkındaki görüşünü hazırlarken Türkiye içinde topladığı delillerin yeterli olamayacağını görmüş olacak ki delil toplama çabasını ülke sınırları dışına taşırmıştır. Esas hakkındaki görüşünde Başsavcı, İran'da yayınlanan bir gazetede çıkan yazıda Türkiye'de bir İslam Devrimi beklentisi olduğunun yazıldığı iddiasına yer vererek, bunu partimiz aleyhine delil olarak sunmuştur. Yurt dışındaki bir gazetede yer alan bir iddianın hangi mantıkla partimizle ilişkilendirildiğini anlamak mümkün değildir. Böylesi bir mantıkla delil oluşturmak bizi son derece tehlikeli noktalara götürebilir.''
AK Parti'nin, Anayasa Mahkemesine verdiği esas hakkındaki savunmada, ''AİHM içtihadına göre partimizin kapatılması mümkün değildir. İddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi'' denildi.
Savunmada, AK Parti'nin kapatılması için sayılan gerekçeler arasında kararlılık şartı bulunduğuna dikkat çekilerek, eylemlerin kararlılık içerisinde işlenmiş sayılabilmesi için aynı nitelikteki eylemlerin iradi biçimde tekrarlanması, yani eylemlerde iradilik, süreklilik ve benzerlik olması gerektiği belirtildi.
Davada ''yoğunluk'' ve ''kararlılık'' şartları gerçekleşmediği belirtilerek, söz konusu şartların gerçekleşebilmesi için de değişik zamanlarda ve değişik yerlerde Anayasa'ya aykırı fiillerin sıklıkla ve ısrarla icra edilmiş olması gerektiği ifade edildi.
''Davada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı şey, her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadelerin abartılarak tekrarlanması suretiyle 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartlarının gerçekleşmiş olduğu izlenimini vermekten ibarettir'' görüşüne yer verilen savunmada, parti organlarının laikliğe aykırı herhangi bir söylem veya eylemi olmadığı kaydedildi. Yapılan açıklamaların eleştirel nitelikte olup, ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğu da belirtilerken, bu söylem ve eylemlerin hiçbirisinde herhangi bir hukuka aykırılığın da söz konusu olmadığı kaydedildi.
Savunmada, Anayasa Mahkemesinin, siyasi partilerin kapatılması davalarını görürken, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu'nda yer alan hükümlerin yanı sıra, Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri'ni de dikkate almak durumunda olduğu ifade edilerek, Türk hukuku bakımından partilerin hukuki denetiminde AİHM içtihadının uygulanmasının zorunlu olduğuna dikkat çekildi.
Anayasa Mahkemesinin parti denetimini yaparken, ''bir davaya bakan mahkeme'' konumunda olduğu belirtilen savunmada, ''Özellikle parti özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ifade ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu hükümlerin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının göz önünde tutulması ve bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma görülmesi halinde, Sözleşme hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle uygulanması zorunludur'' ifadesine yer verildi.
''ANAYASA MAHKEMESİ İÇTİHAT DEĞİŞTİRMELİ''
Anayasa Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı arasında önemli farklılıklar olduğuna dikkat çekilen savunmada, Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra bakacağı parti kapatma davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak, 2004'ten önce ortaya koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük ölçüde daraltan içtihadını değiştirmesi gerektiği belirtildi. ''AİHM içtihadına göre, AK Partinin kapatılmasının mümkün olmadığı'' kaydedilen savunmada, siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM içtihadının Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine oluşturulduğu kaydedildi.
AİHM'in, kararlarında siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koyduğu da belirtilen savunmada, bu ilke ve ölçütler şu şekilde özetlendi: ''Siyasi parti kararlarında AİHS'nin 11. maddesi, ifade özgürlüğünü koruyan 10. maddeyle birlikte değerlendirilmelidir. Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği müddetçe, siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı siyasi görüşleri savunabilirler. Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili sözleşmenin 11. maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı yorumlanmalıdır. Siyasi partiler, inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve ancak istisnai olarak kapatılabilir. Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır. Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir. Siyasi partinin tüzük veya programındaki ifadelerden hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri olmalıdır. Siyasi partilere yönelik sınırlamalar, demokratik bir toplumda zorunlu ve meşru amaçla orantılı olmalıdır. Kapatma yaptırımının 'zorlayıcı toplumsal ihtiyaca' cevap vermeye yönelik olması gerekir.''
Hazırlanan iddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verildiği de belirtilen savunmada, söz konusu ölçütlere göre, ''neden AK Parti'nin kapatılması gerektiğinin hiçbir şekilde ortaya konulamadığı'' ifade edildi. Savunmada, ''İddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi'' görüşü yer aldı.
''KAPATMAYLA EN AZ 3 TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜK SINIRLANACAK''
Siyasi parti kapatma kararlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin koruduğu, ''adil yargılanma hakkı'' ve ''mülkiyet hakkı'' dışında, en az üç temel hak ve özgürlüğün sınırlanmasının da söz konusu olabileceği belirtilen savunmada, bu hakların ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve serbest seçim hakkı olduğu vurgulandı. Siyasi partilerin kurulmaları ve örgütlü bir şekilde faaliyette bulunmalarının Sözleşme'nin 11. maddesinde güvence altına alınan ''örgütlenme özgürlüğünün'' bir gereği olduğu vurgulanarak, ''bir siyasi partinin kapatılması yaptırımı, doğrudan bu özgürlüğün ortadan kaldırılması sonucunu doğurur'' değerlendirilmesi yapıldı. Örgütlenme özgürlüğünün, düşünceyi açıklamanın özel ve etkili bir yolu olduğu belirtilen savunmada, siyasi parti davalarında ifade özgürlüğünün de sınırlandırılmasının gündeme geldiği iddia edildi. Savunmada, siyasi partinin kapatılmasının sonuçları itibarıyla kapatmaya neden olarak gösterilen parti mensuplarının milletvekilliklerini kaybetmelerine ve/veya beş yıl süreyle bir siyasi parti mensubu olarak siyaset yapamamalarına da neden olabildiği ifade edilerek, bunun da Sözleşme'nin 1 Nolu Ek Protokolü'nün 3. maddesinde korunan ''serbest seçim hakkının ihlaline'' neden olabileceği kaydedildi.
''DAVA, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLALİDİR''
AK Partinin kapatılmasına yönelik davanın, ifade özgürlüğünün ihlali olduğu öne sürülen savunmada, ''AK Parti hakkında açılan davanın, bir ifade özgürlüğü davası'' olduğu belirtilerek, ''yargılamaya konu eylemlerden ziyade parti mensuplarının barışçıl görüş açıklamalarının söz konusu olduğu'' değerlendirmesi yapıldı. İddianamede, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 27 Mayıs sonrası idamlarının hatırlatılması üzerine söylediği ''Biz şuna inanıyoruz; biz yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız'' şeklindeki sözlerinin şiddet çağrısı olarak ileri sürülmesinin iyi niyetle bağdaşmadığı belirtildi. Başbakan'ın sözlerinin ''demokrasi ve millet iradesinin hakimiyeti uğruna her türlü fedakarlığı göze alan bir siyasi cesaretin ve kararlılığın yansımaları'' olduğu kaydedildi.
''AK PARTİ DEMOKRASİ İÇİN RİSK DEĞİLDİR''
Siyasi partiye müdahalenin ''zorlayıcı toplumsal gereksinim'' kriterine uygun olabilmesi, dolayısıyla örgütlenme özgürlüğünün sınırları dışında sayılabilmesi için gerekli olan şartların gerçekleşmediği de ifade edilen savunmada, AK Parti hakkında açılan davada, şartların birlikte veya ayrı ayrı dahi gerçekleşmesinin söz konusu olmadığı belirtildi.Savunmada, şunlar kaydedildi: ''AK Parti'nin demokrasiye uzak ya da yakın bir risk oluşturduğuna dair hiçbir delil sunulamamıştır. Esasen bu konuda bir delil sunulması da mümkün değildir. Çünkü partimiz kurulduğundan bu yana tüm gücüyle demokrasinin geliştirilmesi için çalışmaktadır. Varlık sebebi ve kuruluş gayesi demokrasiyi geliştirip pekiştirmek suretiyle temel hak ve özgürlükleri daha iyi korumak olan bir siyasi partinin demokrasiye tehlike teşkil etmesi düşünülemez. Başsavcılığın, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde de AK Parti'nin iktidarda olmasının demokrasiye yönelik tehlikeyi daha da 'yakın' hale getirdiğini savunmaktadır. Buna göre, 'Siyasi partinin iktidar olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması olanağı bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın kılar. Bu açıdan davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi beklenilmeden dava açılmıştır. Teorik düzeyde iktidarda bulunan her siyasi parti için üretilebilecek bu iddianın partimiz bağlamında hiçbir olgusal dayanağı yoktur. Dahası, belki yeni iktidara gelmiş ve icraatları henüz ortaya çıkmamış olan bir siyasi parti için böylesi bir riskten söz edilebilir. Ancak, AK Parti altı yıldır iktidarda olan bir partidir. Bu süre bir siyasi partinin amaç ve politikalarının belirlenmesi için yeteri kadar uzundur. AK Parti, bu süre içinde şimdiye kadar anayasal demokratik düzenin temel ilkelerini zedeleyici hiçbir girişimde bulunmamıştır. Anayasa'yı değiştirecek çoğunluğa sahip olmasına rağmen, yasama işlemlerinin anayasal denetimini veya idari işlemelerin yargısal denetimini ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir düşüncesi ve girişimi olmamıştır. Bu çerçevede, AK Parti döneminde çıkarılan bazı yasalar, hatta son örnekte olduğu gibi bazı anayasa değişiklikleri bile Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmiştir. Kopenhag siyasi kriterleri arasında yer alan demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda çok önemli ilerlemeler sağlayan ve bu yolla ülkeyi AB'ye bir adım daha yaklaştıran bir iktidar partisinin demokrasiyle bağdaşmayan bir projeye sahip olduğu iddiasının hiçbir dayanağı yoktur.''
ÇOK HUKUKLULUK TEZİ
Savunmada, savcılığın hazırladığı iddianamede, çok hukukluluk tezinin tek delili olarak Başbakan'a atfen ''Af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir'' şeklindeki sözlerinin, din hükümlerini referans gösterme çabalarının örneği olarak sunulduğu belirtildi. Başbakan'ın sözlerinin çok hukuklulukla ilgisi bulunmadığı kaydedilerek, Başbakan'ın ''kanuni bir düzenleme yapılarak af yetkisinin mağdura bırakılmasını değil, adi suçlar bakımından sık sık af kanunu çıkarılarak toplumdaki adalet duygusunun zedelenmemesi gerektiğine işaret ettiği'' ifade edildi. ''AK Parti'nin, şeri hükümlerin uygulanması ve bu amaçla şiddete başvurulabileceği yönünde bırakın eylemi, en ufak bir söylemi hatta iması bile bulunmamaktadır'' denilen savunmada, Başsavcılığın AK Parti'nin siyasi programının demokrasiyle bağdaşmadığına dair iddiasının boşlukta kaldığı öne sürüldü.
Savunmada, AK Parti hakkında açılan davadaki delillerin büyük bir kısmının, parti yetkililerinin başörtüsüyle ilgili açıklamalarından oluştuğu, AİHM'e göre, başörtüsüne ilişkin açıklamaların, Türkiye'deki laik rejime yönelik bir tehdit oluşturmadığı görüşü ileri sürüldü.
AK Partinin Anayasa Mahkemesine verdiği esas hakkındaki savunmada, ''Başsavcı'nın Partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi olarak gösterdiği bu Anayasa değişikliklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır'' denildi.
AK Partinin Anayasa Mahkemesine sunduğu ''Esas Hakkındaki Cevaplarımız'' başlıklı savunmada, ''Başsavcı'nın kendi uzmanlık alanı dışındaki konularda hüküm vermesi doğru değildir. İddianamede Başsavcı, hukuk dışındaki değişik alanlarda ve uzmanlık gerektiren konularda da kendi yorumunu rahatlıkla yapmakta ve bu biçimde oluşturduğu delilleri Partimiz aleyhine kullanmaktadır'' ifadesine yer verildi. 21. yüzyılda uzmanlaşmanın gittikçe arttığına dikkat çekilen savunmada, ''böylesine bir yöntemle delil oluşturma girişimi 'aklın ve bilimin' yol göstericiliği ile bağdaşmamaktadır'' denildi.
Esas hakkındaki görüşte Osmanlı Devletinin niteliğine ilişkin değerlendirmelerin, Başsavcı'nın tarihçilerin alanına giren bir konuda ''keskin, şabloncu ve indirgemeci'' bir tavır içine girdiğini gösterdiği iddia edilen savunmada, bu tür genellemelerden kaçınılması gerektiği belirtildi.
Esas hakkındaki görüşte, hasta hakları ile ilgili olarak hastanelerde dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla mekan ayrılmasının laikliğe aykırılık yanında tıbbi açıdan da sakıncalı olduğunun belirtildiği ifade edilen savunmada, bu değerlendirmenin herhangi bir kaynağa dayanmadan yapıldığı ifade edildi. Savunmada, değerlendirme, ''başsavcılığın uzmanlık gerektiren tıp alanındaki bir konuda kişisel değerlendirmesini ortaya koyması'' olarak nitelendirildi.
''Hastaların dini vecibelerini yerine getirebilmesi ve dini hizmetlerden faydalanması hakkı''na ilişkin düzenlemenin, tıp otoritelerinin uluslararası düzeyde gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda kaleme alındığı ve bu sözleşmelerin gereği olarak ulusal hukuk düzenimize dahil edilmeye çalışıldığına işaret edilerek, ''Başsavcı'nın tıp alanı ile ilgili yaptığı ve hiçbir dayanak göstermediği bu tespitinin kendi argümanını desteklemek için kullandığı bir değerlendirme olmaktan başka bir değeri bulunmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Başsavcı'nın hasta hakları konusunda hukuk alanı yanında ilahiyat ve tıp alanlarıyla da ilgili değerlendirmeler yapması sadece Partimiz aleyhine delil oluşturma gayreti ile açıklanabilir'' denildi.
''BOP'UN İDDİANAMEDE YER ALMASI HUKUK DIŞI''
Savunmada, iddianamede, dini konularda kesin hüküm içeren değerlendirmelerin yer aldığı ve din kültürü ve ahlak bilgisi kitaplarında ''bir din kültüründen çok, İslam'ın dinsel öğretisine ve hurafelere yer verilmiş'' olduğu iddiasının ''somut bir örnek verilmeksizin mesnetsiz bir şekilde ortaya atıldığı'' kaydedildi. Savunmaya şöyle devam edildi: ''İslam'ın dini öğretisi ile hurafelerin yan yana zikredilmesi, iki hususun da aynı kategoride değerlendirildiği yönünde bir izlenim oluşturmaktadır. Oysa ilahiyat alanındaki akademisyenlerin bilimsel yöntemlerle kaleme aldığı söz konusu kitaplarda, ilahiyat biliminin verileri ışığında nelerin dinsel gerekler, nelerin de hurafe olduğu hususu dikkate alınmıştır. Seküler hukuk ilkelerine göre hazırlanan iddianamede bir hukukçu tarafından dini inançların gerçekliği ve geçerliliği ile ilgili değerlendirmelerin yapılması anlaşılır gibi değildir. Ayrıca esasa ilişkin görüşte, Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) 'Türkiye'ye ve bölgeye dayatılan, ideolojik altyapısı ılımlı İslam olan bir proje' olduğu ileri sürülmektedir. Bir dış politika konusu olan ve uluslararası ilişkiler uzmanlarının hakkında çok sayıda makale ve kitap yazdıkları BOP'un hukuki bir metin olması gereken iddianamede ve esas hakkındaki görüşte yer alması da bu davanın hukuk dışı mülahazalarla hazırlandığının bir diğer göstergesidir. Bildiğimiz kadarıyla dış politika konusunda uzman olmayan ve olması da gerekmeyen Başsavcının hangi bilimsel verilerle BOP'un ideolojik altyapısının 'ılımlı İslam' olduğunu iddia ettiğini merak ediyoruz.''
''PARTİMİZ HİÇBİR PARTİNİN DEVAMI DEĞİLDİR''
İddia makamının, hukuki geçerliliği olan delil bulmada sıkıntı yaşadığı ve bu sıkıntıyı aşmak için AK Parti'yi daha önce kapatılan partilerin devamı olarak gösterdiği ve bu yolla partiyi siyaseten mahkum etme arayışını esas hakkındaki görüşünde de devam ettirdiği ileri sürüldü.
Esas hakkındaki görüşte AK Parti'nin; laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren,kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulduğu ve bu ekibin mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkararak siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflediği'' ifadelerinin yer aldığı hatırlatılan savunmada, ''Anayasa Mahkemesi üyelerini etkilemeye yönelik psikolojik bir manevra olduğu açıkça anlaşılan bu değerlendirme, mantık hatalarını ve olgusal yanlışlıkları içinde barındırmaktadır'' denildi. AK Partinin hiçbir siyasi partinin devamı olmadığı vurgulanan savunmada, Parti'nin kurucuları arasında daha önce farklı siyasi partilere mensup olanlar ve siyasete ilk kez giren kişiler de bulunduğu belirtildi. AK Partinin, ''daha önceki bir partide liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulduğu'' iddiasıyla, ''bu tür laik rejim karşıtı partilerin mirasçısı olduğu'' iddiasının birbiriyle çeliştiği kaydedilen savunmada, ''Bir siyasi partiden şu ya da bu nedenle ayrılmak, o partinin 'mirası'nı da reddetmek anlamına gelmektedir. Bir siyasi partinin kurucuları arasında, daha önce başka bir siyasi partide bulunan kişilerin olması bu iki parti arasında organik bir ilişkinin veya devamlılığın olduğu anlamına gelmemektedir. Bunun aksini ileri sürmek, kurucularını Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan politikacıların oluşturduğu Demokrat Parti'nin CHP'nin devamı ve 'mirasçısı' olduğunu ileri sürmek gibidir'' ifadesine yer verildi.
''GİZLİ VE ÖRTÜLÜ HİÇBİR PROGRAMI YOKTUR''
AK Partinin ''siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflediği'' iddiasına da cevap verilen savunmada, iddia, ''hiçbir delile dayanmayan, tamamen hayal ve vehim ürünü'' olarak nitelendirildi. Savunmada, şunlar kaydedildi: ''Bu iddia, Ortodoks Marksizmin 'komünist topluma' giden yolda benimsediği 'birkaç aşama' yönteminden bahseden kitapların fazlasıyla etkisinde kalındığı izlenimini vermektedir. Partimiz'in ne bu tür bir ideolojisi ne de onu 'birkaç aşamada' gerçekleştirmeyi öngören 'örtülü programı' vardır. AK Partinin programı ve en önemlisi yaptıkları ortadadır. İlan ve icra ettiklerinin dışında, gizli veya örtülü hiçbir programı da yoktur. Partimiz'in 'Örtülü programını gerçekleştirirken, olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamış' olduğu iddiası da en hafif tabirle gülünçtür. Bu iddia esasen içerik olarak da boştur. Demokratik ve özgürlükçü her partiye yönelik olarak bu tür ithamlarda bulunabilirsiniz. İddia makamının mantığıyla, laikliğin demokratik ve özgürlükçü yorumunu benimseyen siyasi partiler 'şeriat'ı, emeğe saygıyı ve eşitliği öne çıkaran partiler 'komünizm'i ve milliyetçiliğe vurgu yapan partiler de 'faşizm'i hedefleyen örtülü programa sahip partiler olarak yaftalanabilir. Bunun hukuk mantığıyla, hatta düz mantıkla bile ilgisi yoktur.
Bu mantık, farklı olan her şeyi 'tehlike' olarak görüp tasfiye etmeye çalışan, bireyi ve onun oluşturduğu toplumu da önceden belirlenmiş soyut kalıplar çerçevesinde dönüştürülmesi gereken nesneler olarak gören katı pozitivist ve ideolojik yaklaşımın ürünüdür. Bu mantığın hukuk alanına taşınması, çatışmacı siyaset anlayışına hukukun alet edilmesi gibi son derece vahim bir durumu doğuracaktır. Böylesi bir hukuk ve siyaset anlayışının çoğulcu demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığı açıktır.''Anayasa Mahkemesince kapatılmış siyasi partilerde siyaset yapan kişilerin AK Partide yer almasının ''laikliğe aykırılık noktasında destekleyici bir argüman olarak gösterildiğine'' dikkat çekilen savunmada, 2001 yılında kurulan bir siyasi partiye, o zamana kadar değişik siyasi partilerde bulunmuş kişilerin dahil olmasının ancak ''yeni bir parti'' olgusuyla açıklanabileceği kaydedildi.
''Bu yaklaşımın kabulü durumunda sadece kapatmaya sebebiyet veren üyelere değil, kapatılan siyasi partinin bütün mensuplarına da siyasi faaliyet yasağı getirilmesi gerekmektedir'' denilen savunmada, böylesine yasaklayıcı bir bakış açısının Anayasa'da öngörülen siyasi parti yasaklama rejiminin ötesinde yeni bir yasak getirmesinin mümkün olduğu belirtildi. Anayasa Mahkemesinin böyle bir yaklaşımı açıkça reddettiği kaydedilen savunmada, Anayasa Mahkemesinin kapatma kararından sonra siyasi haklarını kullanmalarına sınır getirilmeyen parti mensuplarının faaliyetlerini bağımsız olarak veya başka bir siyasi parti içinde sürdürmelerine yasal bir engel bulunmadığı vurgulandı.
AK Partide siyaset yapan üye ve yöneticilerin, geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi ve Fazilet Partisinin ilk sırada yer aldığı iddiasının da gerçek dışı olduğu ifade edilen savunmada, şunlar kaydedildi: ''AK Parti, bugün için yüz binlerce üyesi ve yöneticisi olan bir partidir. Bu nedenle, Başsavcılığın bu insanları 'doğuştan suçlu' insanlar mantığıyla karalamaya çalışan ve Partimiz'i geçmişteki bazı partilerin devamı olarak gören mesnetsiz iddiası gerçek dışıdır. Aksini iddia edenler, tüm üye kayıtlarını ve geçmişte bu kişilerin görev yaptığı siyasi partilere ait belgeleri yasal olarak ortaya koyup bunu ispatlamakla yükümlüdür. Müddei iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.AK Partinin başka partilerin devamı olduğu iddiası, Genel Başkanın şu sözleri ile temelden çürütülmektedir; (Biz, dine dayalı bir parti değiliz, başka partilerin devamı da değiliz. Biz, herhangi bir partinin devamı değiliz. Din eksenli siyasi bir parti de değiliz. Biz insan eksenliyiz)''
''DAVANIN EN ÖNEMLİ DAYANAĞI ORTADAN KALDIRILMIŞTIR''
İddia makamının, Anayasa'nın 10 ve 42. maddelerindeki değişiklikler ile Yükseköğretim Kanununun Ek 17. maddesine ilişkin değişiklik önerisini, ''Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylemler' kapsamında kabul ettiğinin hatırlatıldığı savunmada, söz konusu Anayasa değişiklikleri ve kanun teklifinin birer yasama işlemi olduğu ve AK Parti tüzel kişiliğine isnat edilemeyeceği belirtildi. Savunmada, Anayasa değişikliklerine diğer partilere mensup milletvekillerinin de oy verdiği ve TBMM üye tam sayısının dörtte üçlük çoğunluğunun oyuyla kabul edildiği hatırlatıldı.
Bir an için bu yasama işleminden İktidar Partisi'nin hukuken sorumlu tutulabileceği kabul edilse bile, söz konusu Anayasa değişikliklerinin laikliğe aykırı olduğu ve 'şeriatı yerleştirme amacıyla' çıkarıldığının söylenemeyeceği ifade edilen savunmada, şu ifadelere yer verildi: ''Bu değişikliklerin amacı yükseköğretim düzeyinde fırsat eşitliğini hayata geçirmek ve özgürlüklerin alanını genişletmektir. Türkiye'de de kanuni dayanaktan yoksun bulunan ve Avrupa'nın hiçbir ülkesinde rastlanmayan üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını kaldırmaya yönelik bir yasama tasarrufunu 'Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan' bir siyasi projenin parçası olarak sunmak akıl, mantık ve gerçekliğe aykırıdır. Bu gerçekliklere rağmen, Anayasa Mahkemesi 5 Haziran 2008 tarihli kararıyla söz konusu Anayasa değişikliklerini iptal etmiştir. Mahkeme'nin denetim yetkisinin sınırı ve bu kararın içeriği hakkında itirazlarımız saklı kalmak üzere, iddianameye cevabımızda da vurguladığımız gibi iktidar partisinin tüm işlemleri yargısal denetime tabidir. Her ne kadar İddianamede ve esas hakkındaki görüşte demokrasiye yönelik en büyük risk olarak bu anayasa değişiklikleri gösterilmiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında Başsavcı'nın Partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi olarak gösterdiği bu Anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, yasama faaliyetlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı görüşümüzün aksini ileri süren Başsavcılığın mantığıyla düşündüğümüzde, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra Partimiz'in laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası çökmüştür.''
AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik ilkesi arasında ilişki kurulmasının da eleştirildiği savunmada, AK Partinin BOP'un bir parçası olmadığı ifade edildi. Savunmada, medeniyetlerin çatışması gerektiğini savunan görüşleri boşa çıkartmak ve Türkiye'nin de içinde olduğu bölgesel ve küresel barışa katkı sağlamak amacını taşıyan ''Medeniyetler İttifakı'' girişimini 'bir başka siyasi hegemonya projesi' olarak nitelendirmenin, ''ancak bu konudaki bilgisizliğin ve ideolojik ön yargının ürünü olabileceği'' görüşü belirtildi. Türkiye'nin bölgesel ve küresel platformlarda etkin olmasının, ulusal birlik ve beraberliğini, üniter yapısını güçlendiren bir etkiye sahip olduğunun altı çizilen savunmada, atılan adımlar ve geliştirilen politikaların ''Türkiye'nin bölgedeki ve dünyadaki itibarını arttırdığını, aynı zamanda Türkiye'nin ulusal güvenliğini güçlendirdiği ve terörizmle mücadelesindeki haklı konumunu bütün dünya kamuoyuna anlatmasını sağladığı'' anlatıldı.
''AB SÜRECİ KIBRIS YÜZÜNDEN YAVAŞLADI''
Esas hakkındaki görüşte, ''22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkan AK Partinin kendisini siyasal rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirdiği'' iddiasına yer verildiği hatırlatılan savunmada, bu iddianın gerçekle bir ilgisi olmadığı, AB üyelik sürecindeki yavaşlamanın büyük ölçüde Kıbrıs meselesinde yaşanan siyasi tıkanmadan kaynaklandığı iddia edildi.
''AK Parti Hükümeti Kıbrıs Türk kesimini haksız ve mağdur duruma düşüren her türlü teklif ve düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve AB kararlarını eleştirmiştir'' denilen savunmada, Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumundan kaynaklanan siyasi sorunlar bir kenara bırakıldığında müzakere sürecinin teknik düzeyde kesintiye uğramadığı kaydedildi. Savunmada, ''AK Parti hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın, tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik olmasına rağmen, iddianamede ve esas hakkındaki görüşte adeta laikliğe aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir. Esasen demokrasilerde temel dış politika tercihlerinin belirlenmesi ve bunların uygulanması yetkisi siyasi sorumluluğa sahip olan hükümetlere ait olup, bunların parti kapatma davalarına konu edilmesi de mümkün değildir'' ifadesine yer verildi.
''DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI GENELGELERİ LAİKLİĞE VE HUKUKA AYKIRI DEĞİL''
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde dış temsilciliklere gönderilen bazı genelgelerin laikliğe aykırı olduğuna ilişkin iddialara da yanıt verilen savunmada, şöyle denildi: ''Genelgeler, bakanların şahsi tasarrufları değil, idarenin düzenleyici işlemleridir. İddianamede laik devlet ilkesine aykırı olduğu ileri sürülen mezkur genelgelerin tam metinleri gazetelerde yayınlandığı ve çeşitli değerlendirmelere konu olduğu halde hukuka aykırılıkları ileri sürülmemiş ve haklarında bir iptal davası açılmamıştır. Söz konusu genelgelerin çıkarılmasından önce de Dışişleri Bakanlığımız'ın ve dış temsilciliklerimizin uygulamalarının aynı yönde olduğu ve geçerli olan teamüllerin bu genelgelerle hatırlatıldığı hususu, ilk cevabımızın Anayasa Mahkemesine sunulmasından sonra kamuoyunda yapılan tartışmalarla doğrulanmıştır.''
Savunmada, iddianamenin 66 ile 70. sayfaları arasında sıralanan ve laik devlet ilkesine aykırı demeçler olduğu ileri sürülen açıklamaların tamamının, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki standartların yükseltilmesi gerektiği yönündeki görüşleri içerdiği kaydedildi. Anayasa'nın 105. maddesinde öngörülen sorumsuzluk kuralının, Cumhurbaşkanı'nın görev döneminde, seçilme öncesi sebeplere dayalı olsa da yargılanamayacağı ve herhangi bir yasaklılık yaptırımına muhatap olamayacağını mutlak ve kesin olarak gösterdiği belirtilen savunmada, ''İddianame, bu niteliği ile sistem ve sistemin inşasında var olan kurucu iradeyle tam bir karşıtlık içerisindedir'' ifadesine yer verildi. Kadrolaşma iddialarının kamu personel rejimi açısından dayanaksız olduğu ifade edilen savunmada, personel hukukunda kamu görevinin gerektirdiği nitelikler ve statülerin Anayasa ve kanunlarla düzenlendiği hatırlatıldı ve bu düzenlemelerden örnekler verildi. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin atanmasında statü hukuku uygulandığı vurgulanan savunmada, hukuken memur statüsünde olan kişilerin kurum içinde ya da kurumlar arası naklen atanmalarının yasal şartları taşıması kaydıyla mümkün olduğu belirtildi. Savunmada, ''Bütün bu statü ve sorumluluk rejimi Anayasa ve kanunlarda özel biçimde düzenlenmiş olup, buna aykırı biçimde atama ve işlem yapılması da söz konusu değildir. Dolayısıyla Başsavcılığın iddianamedeki 'Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması' şeklindeki iddiası gerçek dışıdır. Zira atamalarda ölçütler kanunlarda açıkça düzenlenmiştir'' denildi.
Hastalar için ibadet mekanına ilişkin düzenlemenin laiklik ilkesine aykırı bir eylem olduğuna dair tespitin de gerçeklerle bağdaşmadığı ifade edilen savunmada, çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmanın da bizatihi laikliğin gereği olduğu ileri sürüldü.
KATSAYI TARTIŞMALARI
AK Parti yetkililerinin 15 yaş altındaki çocukların Kur'an eğitimi alması gerektiğine dair sözlerinin ifade özgürlüğü kapsamında yer aldığı belirtilen savunmada, meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını savunmanın da eğitimde fırsat eşitliğinin gereği olduğu görüşü kaydedildi.
Katsayı tartışmalarıyla ilgili sürecin de örneklerle yer aldığı savunmada, ''İddianamede, Partimiz'in savunduğu meslek liselerine yönelik fırsat eşitliğinin sağlanması amacının sadece imam hatip liselerine indirgenerek ısrarla bu biçimde kullanılması ve üniversiteye giriş sınavında meslek liselerine uygulanan katsayı eşitsizliğini ortadan kaldırmanın Cumhuriyet öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi olarak sunulması kendi içerisinde tutarsız ve art niyetli bir yaklaşımın tezahürüdür'' görüşüne yer verildi. AK Partinin eğitim anlayışının ne derece çağdaş ve reformcu bir perspektife sahip olduğunun bu alanda gerçekleştirilen faaliyetlerden anlaşılabileceği belirtilen savunmada, meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorununun AK Parti tarafından dile getirilmesiyle Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görüldüğü iddia edildi ve bu tutum eleştirildi.
Fakir ve başarılı öğrencilerin devletçe özel okullarda okutulmasının da sosyal devletin bir gereği olduğu vurgulanan savunmada, bu konunun laiklik ilkesi ile ilgisi olmadığı belirtildi. ''Partimiz tarafından fakir ve başarılı öğrencilerin özel okullarda okutulmasına ilişkin olarak gerçekleştirilmeye çalışılan ve sosyal devletin bir gereği olan düzenlemenin kapatma davasında delil olarak sunulmasında eski Cumhurbaşkanı'nın bu konuya ilişkin kanunu geri göndermesine ilişkin gerekçesine dayanılması ilginçtir. Acaba hukuk sistemimizde Cumhurbaşkanı'nın geri gönderme gerekçelerindeki değerlendirmeler normlar hiyerarşisinde Anayasa hükümlerinin üzerinde mi yer almaktadır? Yoksa hukuk sistemimizde Cumhurbaşkanı'nın kanunları iade gerekçelerinin bağlayıcı olduğuna dair Başsavcılığın bildiği ve bizim gözümüzden kaçan bir kural mı vardır?'' diye sorulan savunmada, ''fakir ve başarılı öğrencilerin özel okullarda okutulmasını laikliğe aykırı gören bir anlayışın sosyal devlet ilkesi karşısında bir geçerliliği bulunmamaktadır'' denildi.
Dini bayramların ulusal bayramlardan daha coşkulu kutlandığı iddiasına da yanıt verilen savunmada, AK Parti İktidarı boyunca milli bayramların coşkulu biçimde kutlandığı belirtildi. Dini bayramların sadece AK Parti tarafından değil, Türkiye'deki tüm siyasi partiler tarafından kutlandığı vurgulanan savunmada, ''İddianamede olduğu gibi dini bayram ve günler ile milli bayram ve günleri adeta birbirlerinin alternatifi imiş gibi karşılaştırmanın, milli birlik ve bütünlüğe katkıda bulunamayacağı gibi toplumun zihninde de karmaşıklığa yol açacağı ortadadır'' denildi.
''İÇKİ YASAĞININ YAYGINLAŞTIRILMASI İDDİALARI''
İçki yasağının yaygınlaştırılması ile ilgili iddiaların asılsız olduğu kaydedilen savunmada, ''alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta yapılan değişikliklerin dini endişelerle ilişkilendirilmeye çalışılmasının, iddianamedeki laiklik yorumunun ne derece sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermesi açısından ilginç'' olarak değerlendirildi. Bu düzenlemelerin halkın sağlığını, huzurunu ve kamu düzenini ve gençleri kötü alışkanlıklardan korumak amacıyla getirilen düzenlemelerin laikliğe aykırılıkla ilişkilendirilmesinin yanlış olduğuna işaret edilen savunmada, gençleri alkol düşkünlüğü, uyuşturucu madde kullanımı, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan korumak için gerekli tedbirleri almanın devletin temel görevlerinden biri olduğu vurguladı. İçki yasağı konusunda ''tüm AKP'li belediyeler'' diyerek yapılan genellemenin de gerçek dışı olduğu ifade edilen savunmada, basında çıkan ''asılsız birkaç haber'' nedeniyle tüm belediyelerin suçlanmasının ''hukuk dışı'' olduğu kaydedildi.
AK Parti'nin içki yasağını genişlettiği iddiasının da doğru olmadığı savunuldu.
Yayın tarihi: 16 Haziran 2008, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/06/16//haber,0FC0E4AB99E74A5983B9A02BC7636C1E.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.