İnsanlık tarihinde aileden kabileye, kutsal imparatorluklardan ulus devletlere, ideolojik bloklaşmalardan globalleşmeye uzanan süreçler yaşanıldı.
Her aşamada
"üst değerler " daha geniş kitlelerce benimsendi. Ahlak, din ve hukuk kuralları, evrenselleşti.
Bütün bu gelişmeler arasında değişmeyen bir olgu, insan doğasına yapışık olarak çağları aşabildi. İnsanlar kendileri gibi olmayan, kendileri gibi düşünmeyen, farklı inançlara sahip ya da değişik etnik kökenlerden insanları hep
"ötekiler" veya
"tehdit" olarak gördüler.
Onları değiştirip kendilerine benzetemedikleri zaman da yok etmeye çalıştılar.
Sonra anlaşıldı ki, tek tip insan ve toplum yaratmak mümkün değildir.
Nitekim Amerika'nın egemen beyazları, Amerikan siyahlarını beyazlaştırmadılar. Avrupa'nın Katolikleri, ne Yahudileri ne de Protestanları Katolik yapabildiler.
Asgari müşterekler Laiklik ve demokrasi gibi araçlar bu soruna çözüm oldu.
Farklılıklar korunarak, bu farklılıklara sahip bireyleri ve toplum kesimlerini asgari müştereklerde birleştirecek uzlaşmalar böylece sağlandı.
Bu modelin günümüzdeki en somut örneği Avrupa Birliği'dir. AB ile, kıta çapında bir uzlaşma zemini yaratılmış, birbirlerine çeşitli nedenlerle tarih boyunca düşman olup savaşmış uluslar bile ortak hukuku, ortak para birimini ve ortak üst değerleri kabul etmişlerdir.
Biz Türkler, bütün bu tarih süreçlerini bazen diğer insan topluluklarından daha önce, bazen de gecikerek yaşadık. Ancak 21'inci yüzyılda hâlâ kendi içimizdeki farklılıkları asgari müştereklerde uzlaştırmak konusunu çözebilmiş değiliz.
Buna bir örnek, kadınların başlarının açık olmasını laikliğin, çağdaşlığın, kentliliğin ve aydınlanmanın simgesi olarak görenlerin, bu üst değerlerin başı örtülüler tarafından tehdit edildiğini düşünmeleri değil midir?
Karmaşık sorun Eğer başı açıklarla başı örtülülerin eğitimden ve tüm kamu hizmetlerinden eşit yararlanmalarının, hukukun üstünlüğünün ve vatandaşlık hakkının gereği olduğu düşünülebilse belki sorun bir ölçüde çözümlenebilir.
Ama mesele bu kadar basit değil.
Çünkü başı açık kadınların bir bölümü ve çağdaşlığı onlar gibi yorumlayan erkeklerin önemli bir bölümü, başı örtülülerin (veya türbanlıların yahut sıkma başların), kendileri tarafından temsil edilen "
çağdaş uygarlık"a anti-tez olduklarını düşünüyor.
İşte bu noktada Türkiye'nin
"göreceli yerleşik" kent-soyluları tarafından temsil edilen
"çağdaş uygarlık" olgusunun da irdelenmesi gerekiyor. Çünkü bu kent-soyluların, yaşamlarına yeni bir olgu olarak giren türbanlılara karşı şimdi gösterdikleri tepki, kırsaldan kente göç eden köylülere karşı aynı şekilde daha önce gösterilmişti.
"Halk geldi vatandaşın huzuru kaçtı" veya
"Kadıköy vapurunda kimse kimseyi tanımıyor artık" söylemleri,
"hacıağa" veya
"maganda " kavramları hep bu tepkinin yansımaları değil miydi?
Kötü örnek mi? Kendilerini örnek çağdaş insanlar olarak gören ve yaşam tarzlarını bazen kırsal kesimden gelen yeni kentlilere, bazen başı örtülülere model olarak sunan laik ve modern kesimler, acaba gerçekten
"ötekiler" için özenilecek model olabildiler mi?
Burada
"türbanlılar "a karşı insafsız eleştirilerle yaklaşanların, aynı ölçüde öz-eleştiri yapmalarının da galiba zamanı gelmiştir.
Bu yolda bir ışık tutması için, Herkül Millas'ın Zaman'da (26/2/ 2008) yayınlanan yorumundan bir bölümü aynen aktararak yazıyı noktalıyorum:
- Köyden şehre göç edenler, hemen ve tartışmasız kabul ettikleri
'imrenilen örneklerle' karşılaşmadılar. Bunun
'sorumluluğunu' (toplumsal konularda 'sorumluluk' aranmaz ama kelimeyi 'sebep' anlamında kullanıyorum) taşradan gelenlere yüklemek kolaydır. Ama Türkiye kentlerindeki orta sınıfın Avrupa'daki burjuva değerlerini benimsemiş gruplar gibi olmadıklarını da görmek gerek.
Halktan kopuk - Yeni gelenler kentlerde, demokrat olan, bütün vatandaşları eşit gören ve aşağılamayan, çoğunluğun yararına yasalar çıkaran, kültür üreten ve Batı'yı yüzeysel kopya etmekle yetinmeyen, kimlik açısından ezik olmayıp özgüvenli olan, zenginliğini devlete yamanarak sağlamayan ve asalak olmayan kimselerle karşılaşmadılar.
- Tersine halktan kopmuş, halkı aşağı gören, Batı'nın temel gerçeklerini ne anlamış ne de benimsemiş, büyük oranda özenti bir yaşam biçimi yaşamaya çalışan, Osmanlı yöneticisi bozması bir tür memur aristokrasisi ile karşılaştılar. Bu sınıf burjuva değil, bu sınıfın karikatürüydü.
Yayın tarihi: 5 Mart 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/03/05//haber,828D5D4B456547E3B9588F76120C5A46.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.