Bu haftaki yazım bir magazin sayfasında sırıtacak türden ama içimdeki hisle başka şey yazmam mümkün değildi. TSK'nin Irak'a başlattığı operasyonda bu yazıyı hazırladığım gün itibariyle 24 şehit verdik. Hafta içinde Bülent Ersoy'un, 'Başkalarının savaşı için, doğurduğum çocuğu toprağa veremem' şeklindeki sözleri, vatan uğruna ölmenin veya öldürmenin bir çözüm olmadığına inananların hassasiyetini ortaya çıkarttı ve ortalık birbirine girdi.
NELERDEN VAZGEÇERSİNİZ?
Halbuki savaşmak ve şehit vermek hakkında görüş dile getirilen çok yazı yazıldı bugüne kadar. Mesela Ahmet Altan'ın okudukça tüylerimi ürperten 'Savaş ve Barış' adlı makalesi... Altan yazısında;
"Onlardan biri sizin çocuğunuz olsaydı, onu kurtarmak için nelerden vazgeçerdiniz? Vatanınızdan, dininizden, ırkınızdan, tanrınızdan? Kim, kendi çocuğunu korumaya uğraşırken başkalarının çocuklarının ölümüne alkış tutuyor? Bir gün, kendi çocuğunuzu kurtarmak için vazgeçmeye razı olacağınız her şeyden başkalarının çocuklarını kurtarmak için de vazgeçeceksiniz. Bir tek çocuğun hayatını kurtarabileceğimi bilsem vatanımdan, bayrağımdan, dinimden, ırkımdan vazgeçerim" diyordu... Polemiği yaratan, Bülent Ersoy'un bu kadar hassas bir konuyu bir eğlence programında damdan düşer gibi söylemesi oldu.
BEN DOĞRUYUM ZİHNİYETİ
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, çoğunluk 'ben doğruyum, başkaları yanlış' seviyesinde tıkanıp kalmış durumda. Belirli bir düşünce sistemine asılı kalanlar, o düşüncenin insanı ne kadar kısıtlayabileceğini fark edemezler. Onların inandığına ya da düşündüğüne karşıysanız, dünyayı onların gözü ile görmüyorsanız size ruhsal, duygusal ve fiziksel baskı ve şiddet uygulamayı hak olarak görürler. 'Ben doğruyum, başkası yanlış' zihniyeti insan ilişkilerinde olduğu kadar devletler, dinler, partiler, mezhepler arasında da tehlikelidir. Bu tür ayrımcılığın değişmeyen sonuçlarını anlamanız için bir tarih kitabı okumanız, hatta bu akşam haberleri seyretmeniz yeterli. İnsanoğlunun en büyük gelişimi bilim ve teknoloji değil, kendi fonksiyonsuzluğunu fark etmesidir. İnsanız... Doğamızda var bir yetersizlik, uyumsuzluk ve doyumsuzluk hissi. Düşünce yapımızda var bir fonksiyonsuzluk. Budizm'de bunun adı 'dukkha'dır. Yani ıstırap. Nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım olaylara ve şartlara sıradan bir zihniyetin dar perspektifi ile baktığımız sürece 'dukkha' (ıstırap, acı çekmek) bizi takip edecektir. Sadece 20. yüzyılda insanoğlunun yüz milyon insanı öldürmüş olabileceğini aklınız alıyor mu? Bu çapta bir ıstırabı insan insana yaşatıyor. Kınayarak, nefret ederek, öldürerek, yok ederek, kalbimizi sımsıkı kapatarak, enerjimizi, bütünlüğümüzü yok ediyoruz. Toplu bilinçsizlikle ruhu ve bedeni katletmek alışılmış, kolay çözüm. Şefkat, bağışlama ve iyileşme ise zor olan yol.
KÖKÜ KALBİMİZDE!
Savaşa ya ölmek ya da öldürmek için gidilir. Terörü savaşarak önlemeye çalışmak, bozguna uğratarak teröristleri bir süre bile olsa etkisiz hale getirmek bir yöntem. Ancak politik hedeflerine katliamla ulaşmak isteyen terör organizasyonları, en büyük desteği haksızlık ve mağduriyete uğradığını düşünen, yaşadıkları ortamda hayattan beklentileri daha çocuk yaşta körelen, içlerindeki nefretin büyüklüğü nedenini aşmış insanlardan alıyorlar. Bombadan çok, suikast bombacısı var dünyada. Bu yıpratıcı hisleri kimlikleri olmuş insanlar karşıtınız olduğu sürece, saldırarak ve öldürerek onları yok etmek imkansız. Tarihte de görüldüğü gibi, yok olmazlar. Kılık değiştirip, nefretleri güçlenerek tekrar ortaya çıkarlar. Zen Master Thich Nhat Hanh 11 Eylül sonrasında şöyle demişti:
"Terör insanın kalbinde. Kökeni yanlış anlama ve nefret. Bu kök asker ile çıkarılmaz, bombalar bu köke yetişemez. Kalbimize, yaşama ve dünyaya daha derin bakıp, nefreti şefkate dönüştürmeliyiz."
Yayın tarihi: 1 Mart 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/03/01/gny/demirkan.html
Tüm hakları saklıdır.