Tarihsel bir kişiliğin görevden çekilmesi, bir devrin kapanması kişisel açıdan ele alınmayacak kadar önemli bir olaydır, biliyorum, ama ne yapayım ki, Castro devlet başkanı iken Küba'ya gitmemiş olmaktan ötürü büyük bir mahcubiyet duyuyorum. Hayatının son otuz beş yılında sol teoriyle ve siyasetle iç içe birisi olarak, gençliğimin siyasal heyecanlarını doğrudan doğruya etkilemiş, belirlemiş Castro yaşarken Küba'ya gitmeliydim diye kendi kendimi yiyip duruyorum şimdi. Olmadı; birkaç gün önce de haberi geldi: Castro görevinden kesinlikle ayrıldı. Dünya basını "Yoksa öldü mü" diye soruşturuyor.
1959'dan 1968'e Ignacio Ramonet ile yaptığı ve
Castro: A Spoken Autobiography (Castro: Anlatılmış Özyaşamöyküsü) başlıklı röportaj-kitapta ayrıntılarını izleyebildiğimiz biçimde
Che Guevara'yla birlikte başlattığı
devrim sadece Batista rejimini devirmekle kalmıyordu. 1959 yılında gerçekleştirilen bu darbe, 1917'den sonra da rejimlerin silahlı mücadeleyle değiştirilebileceğini dünyaya öğretiyordu. Üstelik devrimi gerçekleştirenler
Lenin'in pratiğini,
Marx'ın teorisini anlattığından farklı bir yöntemle gerçekleştirmişlerdi. Neredeyse çocuk denecek yaşta gençler örgütlenmiş, dağlara çıkmış,
gerilla mücadelesiyle istedikleri hedefe ulaşmıştı.
Ana hedefleri herhangi bir MarksistLeninist devrim ve yönetimin hedefleriyle aynıydı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı çıkmak. Sömürü düzenini yıkmak. Eşitlikçi bir toplum oluşturmak. Bu bir ütopyaydı. Bütün büyük hayaller gibi içinde bir
romantizm de barındırıyordu.
Gerçek ve romantizm 1960'lardan itibaren yetişen kuşaklar bilhassa bu romantik özden geniş ölçüde etkilenecekti. Amerikan üniversitelerinin kampuslarında koltuklarının altında
Marcuse'ün kitaplarıyla dolaşanlar ne kadar Marx okusalar ve dünyayı
maddi bir temel üstünde,
bilimsel bir yaklaşımla ve
diyalektik olarak açıklasalar da öncelikle ve özellikle o
devrimci romantizmden etkileniyorlardı.
Fransa'da 1968'de başlayan ve şimdi 40'ıncı yılını kutladığımız mayıs olayları ayrıca
Mao'nun
Kültür Devrimi ile birleşince ortaya bir yeni dünya, arınmışlık, her şeye yeniden başlama kaygısı getiriyordu. 1968 olayları genel bir
özgürlük arayışından çok bir
özgürleşim arayışının ifadesiydi. Somut ve kullanılmayan bir özgürlük değil, insanın kendini özgürleştirmesi ve özgürlüğü sonuna kadar kullanması anlamına gelen
özgürleşim. Militarist ve özgür sol Bu ateşi tutuşturan hiç şüphe yok ki
Castro ve
Che Guevara ikilisiydi. Haki üniformaları, kalın puroları, postallarıyla genç, kararlı, tutkulu insanların devrimci hülyaları dünyayı bir boydan bir boya yalar ve 1989'a kadar otuz yıl devam edecek bir dönem açarken
Che Guevara inançları uğruna Bolivya dağlarında ölecek, Castro ise sayısız badire atlatacak ama ülkesini, bütün Amerikan mandasına rağmen adam başına dört bin dolardan fazlasının düştüğü bir ülke yapacaktı.
Şunu da belirtelim ki, 1968'le birlikte ortaya çıkan
çiçek çocukları bir manada Castro-Guevara ikilisinin
militer yaklaşımına karşı da bir özgürleşim arayışındaydı. Solun militer yöntemlerle değil özgürlükçü yollardan iktidara gelmesine dönük bir ilgiydi. Bu,
Şili'de
Allende'nin seçilmesiyle gerçekleşti. Ama ABD'nin tezgahladığı darbe onu canından ederken Türkiye gibi ülkelerde de beş bin kişinin ölmesiyle sonuçlanan iç savaşların tetiğini çekti.
Bu bir yol ayrımıydı. 1989'dan sonra o dönem de kapandı. Ne yazık ki, dünya tek bir ideolojinin ve yöntemin esiri oldu. Castro ise diktatörlüğe devam etti. Bunda hiç kuşku yok. Bugün Mao döneminde 20 milyon insanın öldüğü iddia ediliyor. Castro'nun ne yaptığını henüz bu açıklıkla bilmiyoruz. Ama bir diktatör olduğundan kuşkum yok, kendi payıma. Hele
Tad Szulc'un kitabını okuduktan sonra hiç.
Gene de onun ardından sürüklendiği hayalin önemini hiçbir şey bana inkar ettiremez:
Çünkü o bütün insanların insanca yaşadığı bir dünyanın özlemidir!
Yayın tarihi: 22 Şubat 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/02/22//haber,DAB42DCF28D54298B0C624F8CBF52815.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.