Masal saati... Oturun bakayım dizlerimin dibine, kulaklarınızı da açın iyice: "Evvel zaman içinde, çakalın biri ormanda dolaşırken, yaşlı bir kurda rastlamış. Kurt ununu elemiş, eleğini asmış birine benziyormuş. Artık hayattan bir beklentisi kalmamış, ne bulursa onunla geçiniyormuş. Oysa eskiden kurdun kokusunu alınca, çakallar ortadan kaybolurmuş. Yaşlılık bu ya, bizim kurda rastlayan çakal, ondan hiç korkmamış. Canını dişine takıp kaçarken ezelden, şimdi kurtla dalga geçip bir gün çalacakmış felekten... Sonra çakal demiş ki kurda:
- "Hayrola kurt kardeş, hele şöyle biraz yanıma yaklaş. Siz kurtlar dağları inletir, inmezdiniz ovalara. Söyleyin sizi hangi rüzgâr attı buralara?"
- "Rüzgâr falan yok ey çakal, ne demiş atalarımız: 'Nerede karnın doyuyorsa, orada kal.' Artık eskisi gibi ava çıkamıyorum, iyice yaşlandım, biliyorum."
- "Yok efendim, nerenizde yaşlılık, böyle düşünmeniz düpedüz budalalık. Siz kurtoğlu kurtsunuz! Hele bir niyetlenin, en semiz geyiği bulursunuz."
- "Böyle konuşman bile benim yaşlandığımı göstermez mi? Bunu sen de anladığın için ayrılmıyorsun yanımdan."
- "Yok efendim, kırdıysam sizi özür dilerim. Şöyle iki laflamaktı niyetim. Koca kurt ne hallere düşmüş ey Rabbim, 99 parça oldu kalbim." Çakal lafları uzattıkça uzatmış, niyeti koca kurda iyice hava atmakmış. Sonunda kurt, bu sohbete bir son vermek istemiş, çakaldaki niyeti zaten ta en baştan sezmişmiş.
- "Bana bak dostum, beni bırak kendi halime, yeterim ben, yaşlı olsam da kendi kendime... Yalnız sana son bir sözüm var, ne zaman biri senin gibi yaparsa, aynı sözü duyar. Kurt kocayınca, düşermiş dillere. Unutma bir gün yaşlılık gelir sizin ellere de!"
Masal bitti. Ama siz dağılmayın. Masalcının söyleyecekleri henüz bitmedi çünkü... İşte ben, hikâyedeki o kurt gibi çakallara madara olmak istemiyorum. İstediğim, bu dünyadan, kahpe namlı felekle fazla yüz göz olmadan, ilişkiyi tadında bırakarak ayrılmak. Yaşlanmaktan korkuyorum yani... Buruşup, sarkmaktan çok, gözden ve dile düşmekten ödüm koptuğundan ama. Gerçi fiziksel değişimler de çok ürkütücü değil mi sizce? İnsanın yaşadığı sürece burnunun ve kulaklarının büyüdüğünü duymuş muydunuz hiç? Ben ortalıkta, aklı gidip gelen bir dişi fil gibi dolaşmak istemiyorum doğrusu... Zamanını hissettiğinde, sessizce, toz kaldırmadan, mezarlıklarına yürüyen filler gibi olayım en azından... Çünkü âlemin maskarası olmadan, efendice çekip gitmeli bu dünyadan. Ama tabii bu isteğe bağlı bir durum değil. Ne yazdıysa, onu yaşıyoruz mecburen. Eğer kazık kakacaksak da Allah son nefese kadar şuuru yerinde bıraksa bari değil mi? Kimsenin ağzımdan çıkanlara "N'apıcaksın işte, bunama belirtileri," deyip burun kıvırmasını istemiyorum ben. Ya da İlyas Salman gibi olmak istemiyorum mesela. İnsan yaşlanınca, dobralığı dangalaklığa doğru kayıyor herhalde... Yoksa genç bir meslektaşına hitaben kameralara, "Lafı nasıl da soktum ama haddini bildirdim hadsizin!" bakışıyla, ağızzz dolusu "Onu saray soytarısı olarak görüyorum," der miydi hiç? Her şeyi bir yana bırakın, en basiti gibi görüneni ama bence en önemlisi; "Bir insanın kalbini kırdı!" Şimdi son söz olarak ne diyelim peki: "Aferin ona, göğsüne koca bir madalya!" (Saray soytarısı: Osmanlı'nın maskaraları... Özellikle de saray, soytarılara özel bir yer verirdi. Sarayın ak ve kara cüceleri, padişahı eğlendirirdi. Soytarılar, esnaf loncalarının geçit alaylarında gösteriler yapardı.)
Yayın tarihi: 4 Kasım 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/11/04/pz/haber,3098566298194E7CA461BF9010D332F0.html
Tüm hakları saklıdır.