Geçen yıl tam bu zamanlardı... Çok sevdiğim bir dostum, telefon açıp: "Kuzey Irak'a gidiyorum. İşlerim var biraz. Hadi sen de gel," dedi. "Neee hem de karayoluyla mı? Deli misin? Bayıla bayıla, koşa koşa, ne bileyim hatta kanat takıp uçarak falan gelirim. Ama postu deldirmeyiz herhalde mi?" "Yok, rahat ol. Kuzey Irak, Amerika'nın kontrolünde artık... Gayet güvenli, endişelenme." "Endişelendiğim yok, öylesine sordum," deyip havalı havalı telefonu kapattım, ama içimden de bir ses, "Yavvv ecel mi çağırıyor acaba?" demedi değil. Neyse... İki gün sonra indik Diyarbakır Havaalanı'na... Ertesi gün de çıktık Erbil'e doğru yola... Tam 14 saatte, beş araç değiştirerek sürecek yolculuğumuza, Batman'dan aldığımız Petrol-iş Sendikası eski Başkanı Münir Ceylan da katıldı. Onun da 'o taraf'larda işleri varmış. Vurduk kendimizi ıssız asfalta... Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya defalarca seyahat etmiş olmama rağmen, yine de her seferinde yaşıyorum o garip duyguyu... Kendi vatanımdayım, ama değilim gibi... Yollar yabancı, coğrafya yabancı, dil yabancı, araçlar, kurallar... Kurallar deyince, güvenlik mesela... Yollarda trafik polisleri durdurmuyor sizi... Askerler var, adım başı nöbette... Onlar diyor, "Hooop durun bakalım, yolculuk nereye?" Memleketin orta, batı, kuzey şehirlerinde, bir asker üniforması gördüğünüzde, kafanızı çevirir geçer, hatta fark etmezsiniz bile değil mi? Ama orada öyle olmuyor işte... İçiniz titriyor. Yol boyu ister istemez göğsünüze oturmuş tedirginlik duygusu, bir anda geçip gidiyor ve sizi emniyette hissettiren o askere gidip bunun için minnet duygunuzu göstermek istiyorsunuz. Şimdi bu dediklerimi saçma sapan bir duygusallık ya da ucuz romantik kadın saçmalıkları olarak görüp küçümseyenler, biliyorum o coğrafyayı hiç yaşamamış olanlar... Memleketi İzmir, İstanbul, Ankara'dan ibaret sayanlar... Neyse... Dediğim gibi bu yolculuk, tam bir yıl önceydi ve bölge, yani Habur'un hem 'bu' hem 'o' tarafı, gerçekten güvenliydi. Adım başı aramalar da zaten bu yüzdendi. Kuzey Irak'a sorunsuzca girdik biz de... Ve ben hiç beklemediğim bir ülkeyle karşılaştım. Gerçi burada 'ülke' kelimesini kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum. Değil aslında. Yani bizim bildiğimiz manada... Sınır kapısındaki derme çatma kulübedeki pasaport kontrolünden, yollardaki peşmerge kontrol noktalarına kadar... "Bu ne len?" diyorsunuz gayrı ihtiyari bir küçümsemeyle... Adım başı, bu kez gerçekten adım başı yapılan kontrollerde, elleri kalaşnikoflu, ayakları tokyo terlikli peşmergeler, yarısı yıkık briket barakalarında, gelen geçen araçlarda kontrol yapıyorlar. Birkaç saat önce göz göze geldiğiniz kendi askeriniz geliyor ister istemez gözünüzün önüne: "Çakı gibi!" Ama şimdi haklarını yemeyelim, Barzani'nin bir de kırmızı berelileri var. Onlar ciddi eğitimli, düzenli ordunun elemanları! Nöbetteyken, "Ver bakiim çocuğum sen şu silahını bana, hah siz de geçin şöyle yanıma," dediğimde, hiç çekinmeden kal(l)eş'ini bana verip objektife, hatıra pozu veren askerleri! Onlar en ciddisi!
OTEL DEĞİL, SANKİ KIŞLA
Sonunda Erbil International Hotel'e varıyoruz, ki neden bilmiyorum kendisi bölgede 'Sheraton' olarak anılıyor. Çözemedim nedenini... Savaş sırasında yarısı bombalanmış, sonradan tekrar yapılmış. Bu otele çok ihtiyaç var, çünkü Amerikan askerlerinin alıştıkları konfor, bir tek bu otelde var. Dolayısıyla otel, otelden çok kışla gibi! Yüksek rütbelileri ağırlıyor. Otelin İsrailliler tarafından yapıldığı da söyleniyor. Resepsiyonda yerdeki dev Davut Yıldızı da zaten aslında bir imza gibi.. Otelin diğer ülkelerdeki beş yıldızlı otellerden tek farkı ise acayip pahalı olması.. Bir diğer dikkat çekici ayrıntı da banyo fayanslarındaki masonik semboller; gönye ve pergel kardeşliğiydi! Burada
Da Vinci Şifresi'ni yad etmiyorum tabii... Şu, "Girelim, vuralım, yok edelim," diye günlerdir feryat edilen Kuzey Irak, ne menem bir yermiş, onu anlatıyorum.
SİNSİ DÜŞMAN KİM?
Ve her şeyden önemlisi, küfürlerinizin adresini doğru tespit edin istiyorum. Bölgede Barzani'nin pek de ağırlığının hissedilmediği, peşmergelerin, kırmızı berelilerin, toprağı öpmesi için iki Osmanlı tokadının yeterli olduğunu bilin istiyorum. "Güzellik salonundan lokantasına, havaalanı inşaatından devlet binalarına kadar Türk yatırımcılar, nasıl ticarette söz sahibiyseler, ülkenin güvenlik ve yönetimi de Amerika'nın kucağında," diyorum. Yani bölgede Amerika'nın izni olmadan bir bardak su bile içmeye izni olmayanları, gözümüzde büyütmeyelim. Ama resmin arkasındaki o sinsi düşmanın da kim olduğunu artık bilelim. Üstelik bu memlekette başımız her sıkıştığında Mehmetçik'e, "Hadi şu işe el koy," veya "Hadi git, bizim için öl!" denmesine de isyan ediyorum. Bunun için de bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün beceriksiz, basiretsiz hükümetleri suçluyorum. Keşke Türk Ordusu'nun gücünün ve inancının 10'da biri, o hükümetlerin yüreklerinde olsaydı da dünya siyasetinde masaya yumruğu çoktan vurup, bu beladan yıllar önce kurtulsaydık. Ya da en azından şimdi inse o yumruk... Ben bir siyasi otorite miyim peki?.. "Ne münasebet ayol!" cümlesini kuracak kadar kendi halinde bir sarışınım. Ama ben bile o topraklarda üç gün geçirip bunu anladıysam, siz de uyanın be kardeşim. "Haydi savaşalım!" derken, bilin ki karşınızda aslında ne PKK ne de Barzani var. Öyle leş bir oyun ki bu... Bunu ancak 'o büyük birader' sahneye koyar!
Yayın tarihi: 28 Ekim 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/10/28/pz/ozicer.html
Tüm hakları saklıdır.