Türkiye'nin belki yeni Anayasa'dan da önce yargı ve üniversite reformuna ihtiyacı var ama nedense pek gündeme getirilmiyor.Getirmeyi deneyenlere ilgi de saman alevi gibi sönüp gidiyor. YÖK'ün ilk Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın geçenlerde ortaya attığı "Fikir silsilesi"nin siyasal ve akademik çevrelerde hemen hiç yankı bulmaması, bu aldırmazlığın en taze ve en hüzün verici örneğini oluşturuyor.
(Bir not: Doğramacı, YÖK'ün ilk Başkanı ama kurucusu veya fikir babası değil. YÖK aslında 7 Temmuz 1973'te yürürlüğe giren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu'nun 4'üncü maddesiyle kuruldu. Ancak bir üniversitenin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildi. Gerekçe: "Hükümetin atadığı üye sayısının üniversitelerden gelenlerden fazla olması, bunun da üniversite özerkliğine aykırı bulunması!")
Neyse; konumuza dönelim.
Doğramacı, "Türkiye'de ve dünyada yükseköğretim yönetimine bir bakış" başlıklı kitabında, sadece YÖK'ün değil, üniversite senatolarının da, rektörlerin de seçilme/atanma sistemlerinde köklü değişiklik zamanı geldiğini savunuyor. Önerisini satırbaşlarıyla şöyle özetleyebiliriz:
1-Tüm üniversitelerde üniversite senatosu yerine mütevelli heyeti modeline geçilmesi.
2-Bu modelin altyapısının hazırlanacağı geçiş döneminde YÖK'ün tüm üniversiteleri yönetecek bir mütevelli heyetine dönüştürülmesi.
3-Rektörlerin üniversite dışından, akademik unvanı olmayan kişiler arasından seçilmesi veya atanması. Bir başka seçenek: Rektörlerin öğrenciler (Çünkü üniversiteler ancak öğrencilerle varolabilir) ve idari personelin katılacağı seçimle, yine kurum dışından belirlenmesi.
Rektör mü, siyasetçi mi? "Hocaların hocası" gördüğümüz 92 yaşındaki (Yoksa 93'e bastı mı?) Doğramacı, yüksek öğretim yönetiminde köklü değişiklik öngören önerilerini iki gerekçeye dayandırıyor:
- Öğretim üyelerinin seçtiği rektörün, siyasilerden farkı olmaz; üniversiteye değil, kendisine oy verenlere hizmet, vermeyenlere ceza yolları arar.
- Üniversitelerin senato yerine mütevelli heyetlerince yönetilmesi, kurumu piyasayla, yani hayatın gerçekleriyle barıştırır. Bu da akademik/bilimsel özgürlük (Doğramacı "Özerklik" kavramına karşı çıkıyor, onun yerine "Hürriyet" terimini kullanıyor) için gerekli olan mali özgürlüğü sağlar.
Özetle,
Doğramacı bilginin de küreselleştiği çağımızda, "Piyasa dostu üniversite" modeli öneriyor. "Piyasa dostluğu"nu yalnızca üniversitenin mali özgürlüğü için özel fonlara erişimle sınırlı tutmuyor, ayrıca mezunlarının "Piyasa ihtiyaçları"na uygun, yani istihdam olanaklarına kavuşabilmelerinin çözümü olarak da görüyor. Hiç de haksız sayılmaz. Alın size somut bir örnek: ODTÜ'nün mütevelli heyet tarafından (Hatırladınız mı; başkanlığını efsane Kemal Kurdaş yapıyordu) yönetildiği dönemde mezunları, diploma töreni çıkışında kapışılıyordu, bugün öğretim üyelerinden seçilmiş senato işbaşında ama mezunlarının yüzde 50'den fazlası işsiz. Yeterli bulmadıysanız, bir örnek daha verelim: "Prometheus" danışmanlık şirketinin araştırmasına göre, üniversite mezunlarının ilk yıl işe girme oranı sadece yüzde 21. Bu oran geçen yıl yüzde 27'ydi. Yani 2006'da her 4 mezundan ancak biri istihdam ediliyordu, bu yıl her 5 mezundan biri iş bulabiliyor. Neden? Çünkü piyasa gerçeklerine veya taleplerine dayanmayan yüksek öğretim politikası var.
Doğramacı'nın önerilerini beğenmek şart değil ama üniversite reformunu bir an önce, hatta hemen masaya yatırmak kaçınılmaz.
Yayın tarihi: 8 Ekim 2007, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/10/08//haber,A08C6E62473C48749558F351AF694D8B.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.