Bodrum'dayım. Saat sabahın 8'i. Güneş henüz ısıtmamış toprağı. Son baharın hafif serinliğini ciğerlerime çekiyorum. Etraf sessiz... etraf sakin. Sadece rıhtıma vuran suyun sesi; bir de cırcır böceğinin çığlıkları.
Büyük şehirlerin keşmekeşi içinde zamana karşı yarışanları kıskandıracak bir tablo.
Düşünüyorum:
"Mutluluk nedir?" Deniz kenarında yaşanan huzur dolu bir yalnızlık mı?
Kalabalık kitlelerle el ele hedefe varmak amacıyla sonu gelmeyen bir koşuşturma mı?
Kendini sevip, sadece kendini düşünmek mi? Yoksa başkalarına hizmet edip, onların gözlerinde yanan sevinç pırıltılarından manen beslenmek mi?
Sahne ışıkları altında debelenip durmak mı? Bir kır kahvesinde çayını yudumlayarak, ekmekpeyniri sade insanlarla paylaşmak mı?
Aslında mutluluk, insanın beyninin nasıl işlediğine bağlı.
Şöyle tepeden bakıp seyrediyorum âlemi:
Kiminin büyük serveti var ama hasta; kiminin sağlığı yerinde parası yok.
Hem parası, hem de sağlığı olan, aile huzurunu kaybetmiş. Veyahut gözünü daha da yükseklere dikmiş. Ah o hırs yok mu!
"Kanaat etmek" diye bir kavram aşınmış gitmiş,
"tevazu"dan kolay kolay söz edilemiyor. Haset, kıskançlık diz boyu...
Adam milletvekili seçilmiş,
"Neden bakan değilim" diye dert ediyor. Bakan olarak atanmış, ama,
"Başbakan'
a yeterince yakın olamaması" sinirini bozuyor.
Bir gazetede yazı yazıyor; gazetesini beğenmiyor; beğendiği gazetede köşesini beğenmiyor.
Genç kız evleniyor, bir süre sonra kocasını beğenmiyor. Adamın, çocuğu oluyor,
"Neden oğlan değil" diye kendini kahrediyor.
Ev satın alıyor, semtinden memnun kalmıyor. Kiraya veriyor, kiracıyla takışıyor.
Karınca ısırıyor, o ufacık kaşıntıyı bile kafasına takıyor.
Bu ve bunun gibi binlerce konu. Huzurumuzu kaçıracak, mutluluğumuzu söndürecek, bin bir türlü küçükbüyük mesele. Oysa mutluluk yanı başımızda.
Nasıl mı?
"Azı çok görün; şükredin. Çoğu başkalarıyla paylaşın; sevindirin. Sevgiyi, külçelerce altına değişmeyin. Her insanda, saklı kalsa bile, iyi tarafların olduğunu bilin; kötüyü görüp eleştireceğinize, iyiyi keşfetmeye çalışın."