1977 veya 78'di. Attila İlhan, Ankara'da Bilgi Yayınevi'nde çalışırdı. Haftada birkaç kez kendisini ziyarete giden, 20 yaşlarında birisiydim. Attila Ağabey anlattıkça anlatır, ben dinledikçe dinlerdim.
O dehliz gibi odada Bir cumartesi sabahı dehlize benzer odaya girdiğimde, masanın önündeki alçak koltuğa oturmuş birisini gördüm. Dev gibi, yanardağ sakallı, sempatik kişiyi Attila Ağabey tanıştırdı:
Mete Tunçay. Tabii ki, adını, o unutulmaz ve unutulmayacak
Türkiye'de Sol Akımlar kitabından biliyordum. Efsane doçentlerdendi. Rusya'dan yeni dönmüştü. Anılarını anlatıyordu. Bir yerde içerlerken masalarına bir hediye gönderiliyor. Dillerinden Türk olduklarını anlamış bazı Azerilermiş hediyeyi gönderenler. Onlara kadeh kaldırıp 'sağlığınıza' deyince Mete Tunçay'lar; karşıdakiler felaket bir cevap vermişler: 'kan kardeşliğimize'. Attila Ağabey hemen yorumu yapıştırmıştı: 'esaret psikolojisi'. O gün bugündür unutmadım.
Bir yaz gecesi... Çok sıcak bir yaz gecesinde, gene Ankara'da, kardeşim, ben ve bir arkadaşımız sinemaya gittik.
Anthony Quinn'in oynadığı,
Hz. Muhammed'in hayatını anlatan filmdi. Mete Tunçay, yanında sonradan karısı olduğunu fark ettiğim ve çok yakın dost olduğum birisiyle (Neşe) salondaydı. Başka kimse de yoktu.
Film bitti, çıktık. Sokaklar boş, sıcak ve şiirliydi. Ama ürkütücüydü de. Türkiye o yıllarda terörden yıkılıyordu. Otobüse bindiler, biz de bindik. Meşrutiyet caddesinin başında indiler biz de indik. Yürümeye başladılar, biz de arkalarından aynı yönde yürüyorduk ki, Mete Hoca ilk kez dönüp arkasında baktı, usulca. Hemen anladım, elimi kaldırıp 'iyi akşamlar hocam' dedim. Karşı kaldırıma geçtik. Onlar Konur sokağa kıvrıldı, biz Meşrutiyet caddesi, 38 numaraya doğru yürüdük.
Misafirlik yatağı... Arada bir kez de ortak dostumuz
Erhan Göksel'in evinde karşılaştık. Ama pek görüşemedik. Orada kalıyordu; bir yemekten gelmişti. Salondaki televizyon bozuktu. Erhan'ların yatak odasında geçip, yatağın ucuna iliştik. Mete Hoca yüzü koyun, boylu boyunca uzandı. Az sonra da uyumaya başladı. Ben sessizce veda edip çıktım.
Sonra kendimi onunla dost olmuş buldum. Hayattaki sosyal ve entelektüel tatminlerini bütünüyle sağlamış olduğundan, hiçbir kompleksi olmayan bütün insanlar gibi karşısındakiyle yakınlaşmakta bir beis görmüyordu. Derken, doktora jürime girdi. Hem de önceden okuduğu tezimi nasıl bulduğunu hiç çıtlatmadan. Daha büyük tesadüf YÖK doçentliği için kurulan jüride yer almasıydı.
Mete Tunçay'a armağan... Elimdeki
Mete Tunçay'a Armağan (İletişim Yayınları) kitabını görünce tabii ki, çok sevindim.
Mete Tunçay'ın tarihçiliği bir okuldur. Türkiye'de bir kuşak onun yapıtındaki yaklaşım ve yöntemi benimseyerek yetişti ve gerek ilk kitabı, gerekse daha sonra yazdığı çok etkileyici
Türkiye'de Tek Parti İktidarının Kurulması, zenginliği, derinliği ve dikkatiyle bugün de hayranlık uyandırmayı sürdürüyor.
Fakat beni asıl ilgilendiren Mete Hoca'nın tarihçiliğinin siyaset bilimi/düşüncesi boyutudur. Bizde ya siyasal tarih yazılmıştır ya da tarih siyaseten anlatılmıştır. Mete Hoca tarihsel olayı, siyaset bilimci olmasa da, daima o perspektife yerleştirmiş ve tarihi hazırlayan siyasal arka planı düşünsel öğeleriyle göstermeye çalışmıştır. Bu bakımdan onu, Fransız tarihçi/felsefeci Michel Foucault'nun kendisini tanımladığı kavramla nitelendiriyorum:
düşünce sistemleri tarihçisi. Öyle olmasaydı, 'tek parti yönetimi'ni veya 'sol akımları' bir 'düşünce sistemi' olarak göremeseydi, bu metinler de ortaya çıkmazdı. Onların yabancı dilde yayınlanmaması ise akademik dünyamızın en büyük eksiklerindendir.
Mete Hoca 70 değil, belki de 7000 yaşında.
Yayın tarihi: 21 Temmuz 2007, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/07/21//haber,9904BCCEA8FB46758459AD2A6A89E9BA.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.