kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 1 Temmuz 2007, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC

Ürkek Böcek

CEMİL KAVUKÇU
Tepebaşı'nda, İstanbul'a her geldiğimde kaldığım otelin beşinci katındaki odasında, pencerenin başındayım. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Yatağın baş ucundaki küçük lambalardan soldaki yanıyor yalnızca. Loş odada sigara içerek Haliç'e dökülen ışıklara bakıyorum. Bu gece Nevizade'de Yorgo'nun yerinde toplanmıştık yine. İstanbul'a gelişlerimin değişmez ayini de buradan başka bir kentte asla yaşayamayacaklarını düşünen arkadaşlarımla bir gece buluşup balık-rakı muhabbeti yapmaktır. Mekânımız da bir süredir Yorgo'nun yeri. Rakıyla balığın muhteşem buluşmasıdır İstanbul, bunun başka bir yerde, bu biçimde yaşanabileceğine inanmaz İstanbullu arkadaşlarım. Bense yanıldıklarını düşünürüm. Bu konuda tartışırız. Karşıdan bakıldığında kavga izlenimi veren oyunlar oynarız. Sonra her şey tatlıya bağlanır: İstanbul İstanbul'dur, başka İstanbul yoktur. Bu gecenin öbür buluşmalardan farkı, herkesin yeterince neşeli olmamasıydı belki. Ortada bizi üzecek, elle tutulur bir neden yoktu, ama neşeli olmaya zorlanıyor gibiydik. İlerleyen saatlerde rakının desteğiyle biraz açılmıştık, yine de öbür gecelere benzemiyordu. Yorucu bir gece geçirmeme, başımı yastığa koyar koymaz uyuyacağımı düşünmeme karşın odaya girdiğim anda canlanıverdim. Bu ikinci sigaram. Dışarıda o kadar görkemli ve ışıltılı bir masal kenti var ki, İstanbul'un denizle birlikte ağır ve huzurlu solumasını görür gibiyim. Bütün geçmişini rüyasında gören kentle birlikte yükseliyor, birlikte alçalıyoruz. Pencereyi açtım. Serin hava yüzüme çarpınca ürperdim. Aşağı caddeden tek tük geçen araçlar, ne aradıklarını bilmeyen martıların haykırışları bu saatte bile perde perde ulaşıyor odama. Uyku ile uyanıklık arasındaki sınırda dolaşan bir kentin ve gecenin karanlık sesleri bunlar. Tam pencereyi kapatıyordum ki bir kadın çığlığı duydum. Beklediğim uğursuz işaret buymuş gibi titredim. Yardım mı istiyordu, kenti mi lanetliyordu, yoksa içini mi boşaltıyordu, belli değildi. Pencereyi kapatamıyordum. Bütün dikkatimi dışarıya verip dakikalarca bekledim, ama bir daha bağırmadı o kadın. Tek hecelik bir çığlıktı bu. Yatağa uzandım. Ellerim ensemde kenetli tavana bakıyorum. Kim bağırmıştı öyle? Birden "Ürkek Böcek!'' diye haykırarak yattığım yerde doğruldum. Evet, oydu. Unutmak istediğim, unuttuğumu sandığım bir karabasan yeniden karşıma çıkmıştı. Bu kadın her kimse, Ürkek Böcek değildi kuşkusuz, ama onun gibi haykırmıştı.

Üniversiteyi İstanbul'da okumak, büyük bir düştü benim için. Sınav sonuçları, bu düşün gerçekleşeceğini müjdelemişti. 70'li yılların başıydı. Her şey iyiydi de mekân sorununu çözememiştim. Öğrenci yurdu için başvurmuştum, ama yedek listedeydim. Geçimsiz, bütün tanıdıklarıyla küs, babamdan nefret eden, üç koca eskitmiş büyük halam, herkesin (özellikle de babamın) dudağını uçuklatan bir haber göndermişti: Yurt çıkana kadar onun yanında kalabilirmişim. Buna sevinmem mi üzülmem mi gerektiğine karar verememiştim. Kendine ait bir evi yoktu. Çok sık değiştirdiği kira evlerinde yaşıyordu. Ölen son kocasının emekli maaşı ile geçiniyordu. Babam, "Biz de üç-beş destek olur, katkı koyarız,'' dediğinde küplere binmiş, "Senin beş paranı istemiyorum,'' diye acı mesajlar göndermişti. Annem, babamı yatıştırmasaydı onun yanında kalamayacak, daha doğrusu yurt sırası gelene dek okula başlamayacaktım. Kendimi bildim bileli, adresi sık sık değişse de, halam Karagümrük'teydi. Orada evlenmiş orayı sevmişti. Karagümrük, İstanbul'du onun için. Fatih'ten Edirnekapı'ya giderken Vefa Stadı'nın tam karşısında, soldaki sokaklardan birindeydi evi. Üç katlı, eski ve oldukça küçük bir yapının orta katında oturuyordu. Dairesi o kadar küçük ve plansızdı ki, doğru dürüst kapanmayan camlı kapılarla bölünmüş tek bir alandı aslında. Halam, son eniştemle paylaştıkları iki kişilik somyanın sığabildiği, onun dışında hiçbir hareket alanı olmayan bölmeyi kendi odası yapmıştı. Salon dediği yerde, kaplamaları kabarmış, içinde hiç kullanılmamış porselen yemek ve kahve takımlarının bulunduğu (ilk eniştemden kalma) büfe, bir masa ve dört sandalye ile üç kişinin oturabileceği bir divan, orta yerde, kendini bile ısıtamayacak kadar güçsüz yanan, daha doğrusu halamın yakmaya kıyamadığı bir gaz sobası vardı. Lahana gibi kat kat giysilerle dolaştığı için üşümüyordu. Benim kalacağım oda ise, salondan, açılabilen ama kapanamayan camlı bir kapıyla ayrılmış, mutfağa ve tuvalete (aynı zamanda banyoya) geçilen yol üzerindeki bir yerdi ki, tek kişilik bir somyayı bile oraya güçlükle sığdırabilmiştik. Bu tuhaf evin sahibi, üst katta karısı ve kızıyla oturan yaşlı, artık mesleğini yapmayan, belki hiçbir zaman yapmamış 'asabiye mütehassısı' bir doktordu. Ayda bir kez, o da kirayı almak için geldiğinde görürdüm onu. Ayın ikinci günü zil çalındığında halam onun geldiğini anlar, "Musibet herif," diye söylenerek, başını titrete titrete kapıyı açmaya giderdi. Açtığında ise küfür yerine yapay bir gülüş olurdu yüzünde. Doktor, herkesten tiksiniyormuş gibi çevresine bakan, tükürükler saçarak konuşan, sevimsiz bir adamdı. Geçici de olsa, benim gelmemden hiç hoşlanmamıştı. Kendisine benzeyen çirkin kızıyla ilgili olabilir miydi bu tepkisi? Olabilirdi. Ben de onu sevmemiştim. Karısı, kimselerle görüşmez, pek dışarı çıkmaz, sürekli pencerenin başında oturup birini bekliyormuş gibi sokağa bakardı. Kızları lisede okuyordu. On beş-on altı yaşlarında olmalıydı, ama çok daha büyük gösteriyordu. Arada merdivenlerde karşılaşırdım onunla. Ürkek bir böcek gibiydi. Beni görünce hemen kenara çekilip duvara yaslanır ve başını önüne eğerdi. Yüzünü görmesem de gülümsediğini hissederdim. Kendine özgü, daha önce duymadığım, rahatsız edici bir koku yayardı çevresine. Uzun süre suyun altında kalmış, nefes alamayan, boğulmak üzere olan bir insanın yüzü vardı onda. Ölü bir yüz. Toplu değil, kiloluydu. Yürürken, arkadan bakıldığında, neredeyse topuklarına dek inen bol pardösüsünün içinde iki kişi kavga ediyormuş izlenimi uyandırırdı. Ona "Ürkek böcek" adını takmıştım. Bir akşam okul çıkışı eve döndüğümde, dış kapıyı açıp otomatın ışığını yakınca merdivenin ilk basamağında beni beklerken bulmuştum onu. Çok kısa bir göz göze gelmenin ardından başını önüne eğmiş, arkasında gizlediği bir zarfı bana doğru atıp koşarak yukarı kaçmıştı. Bir süre ne yapacağımı şaşırmış, Ürkek Böcek kendi dairesine girene dek yerimden kıpırdayamamıştım. Zarfta bir yılbaşı kartı vardı, arkasına düzgün bir el yazısıyla "Yeni yıl bütün sevenlere mutluluk getirsin," yazmıştı. Alt katta genç, çocuksuz bir karı koca oturuyordu. Taksi şoförü olan adam, gece çok geç saatlerde gelirdi. O gelmeden uyumuyordum. Daha doğrusu uyuyamıyordum. Apartmanın dış kapısının kapandığını duyunca kulak kabartıyordum. Bir süre sonra aşağıdan gürültüler, kadının bağırışları geliyordu. İlk duyduğumda korkmuş, adamın onu öldüreceğini sanmıştım. Alt katımızda bir cinayet işleniyordu ve ben buna tanık olduğum halde bir şey yapamıyordum. Daha sonraki geceler gerçeği anladım; kadın sevişirken çıkarıyordu o sesleri. Öylesine bağırıyor, çığlıklar atıyor, inliyordu ki, ardından da 'daha daha' becermesi için adama yalvarıyor, küfrediyor, lanetler savurup hakaretler ediyordu. Sonra yine çığlıklar atmaya başlıyordu. Arada adam eliyle ağzını kapatıyor olmalıydı ki, o zaman sesi boğuk çıkıyordu. Ben de gözlerimi kapıyor, olanları hayal ederek uyarılıyordum. Adam zayıf, öne doğru hafifçe eğilerek yürüyen, esmer, ince bıyıklı biriydi. Kadını bir türlü görememiştim. Çok merak ediyordum. Bir kez, elinde pazar torbaları taşıyan, pardösülü, başındaki örme beresinden omuzlarına doğru dökülen saçlarıyla arkadan görmüştüm onu. Öylesine sıradan bir görünüşü vardı ki, sevişirken bir kaplana dönüşebileceği asla düşünülemezdi. Apartmanın dış kapısının önünde durmuş anahtarını arıyordu. Dolmuştan inmiş, koşarak caddeyi geçmiştim. İyice yaklaştığımda içeri girmişti. Kadının çığlıklarını halamın duymaması mümkün değildi. Her şeye bir kulp takan geçimsiz kadın, bu durumu yok sayıyordu. Belki o da benim gibi bu seslerin tutsağı olmuştu. Yalnız biz değil, doktor da, karısıyla kızı da, sokaktan o saatte geçenler de duyuyor olmalıydı bu sesleri. Bir gece, beni baştan çıkaran kadının çığlıklarının ardından başka bir ses duydum. Aşağıdan değil, üst kattan geliyordu. İnsanın tüylerini diken diken eden, canını yakan, tiz bir kadın sesiydi. Doktorun karısından bu ses çıkamazdı. Olsa olsa kızın, Ürkek Böcek'in sesiydi bu. Aşağıdaki kadın yatışıp rahatlayınca, yukarıdaki genç kız bağırmaya başlamıştı. Acı çeken ve her şeye başkaldıran bir çığlıktı. Ertesi gece de yinelendi bu durum, daha sonraki gece de. İki kadın çığlığının arasında kalmıştım. Dört ay sonra yedek listeye sıra gelmiş, Vezneciler'deki Site Öğrenci Yurdu'na girmeye hak kazanmıştım. Halamın yanından ayrıldım. Her gece sevişirken çıkardığı çığlıklarını duyduğum ama yüzünü göremediğim kadını bir türlü unutamamıştım. Sık sık onu düşünüyordum. Sinemalarda izlediğim seks filmlerindeki kadınların yüzünü yakıştırıyordum ona. Sürekli beni izlediği kuşkusuna kapıldığım, yılbaşı kartını önüme attığı geceden sonra bir daha karşılaşmadığım Ürkek Böcek'ten kurtulduğuma ise sevinmiştim. Benden iki hafta sonra da halam doktorla kavga edip oradan taşınmıştı. Artık o kadını görme şansım kalmadı diye içten içe üzülüyordum ki, bir gün gazetede küçük bir fotoğrafını gördüm. Üç fotoğraf yan yanaydı: Doktor, karısı ve o kadın. Adı Hacer'miş o kadının. Bir başka fotoğraf ise, halamla birlikte kaldığım evin yangından sonraki enkazını gösteriyordu. Haberin başlığı bir soruydu: Cinayet mi? Ev, giriş katına gazyağı dökülerek kundaklanmış ve giriş kapısı da dışarıdan kilitlenmiş. Hacer, dışarı çıkmaya çalışırken yanarak can vermiş. Üçüncü kattaki doktor ve karısı ise dumandan boğularak ölmüş. İfadesine başvurulan Ali Kemal (Hacer'in kocası), gece üçe kadar taksi şoförü olarak çalıştığını, eve döndüğünde ise felaketle karşılaştığını söylemiş. Doktorun on altı yaşındaki kızı ise kayıpmış. Haberi okuyunca donup kalmıştım. Hacer'in gazetedeki resmine uzun uzun bakmıştım. Düşlediğim, ona yüzler, bedenler yakıştırdığım hiçbir kadına benzemiyordu. Yüzünde, gözlerinde, gülümsüyormuş gibi hafifçe bükülmüş dudaklarında şehvetin en küçük bir izi bile yoktu. Her yerde görebileceğim, birbirine benzeyen kadınlardan biriydi Hacer. Olayın sonrasını öğrenememiştim. Bir hafta sonu, yeni evinde (o da Karagümrük'teydi) halamı ziyaret ettiğimde, yangın konusunu açmıştım ama o da benden fazla bir şey bilmiyordu. Doktorun kızı bulunamamıştı. Halam, evi onun yaktığı kanısındaydı. Ölü yüzüne yakışmayan tiz ve isterik çığlıkları atan o tuhaf kızı, o ürkek böceği günlerce kafamda taşımıştım.

Bir sigara daha yaktım. Mini dolaptan bir bira alıp açtım. Pencerenin başındayım. İstanbul büyülü değil, ürkütücüydü artık. Karagümrük'ün nerede olabileceğini kestirmeye çalışıyordum. O ev ne oldu? O sokak değişti mi? Yangının sorumlusu ya da sorumluları bulundu mu? O tuhaf kız yaşıyor mu? Yaşıyorsa nerede ve nasıl yaşıyor? Birden yine o çığlığı duydum. Ürkek Böcek ya da Çirkin Ölüm Meleği, otelin çevresindeydi. Çünkü onun teninden yayılan rahatsız edici kokuyu da duymaya başlamıştım.