En çok onu sevdim
Bu hafta en çok onu sevdim. Koca koca adamlar her gün konuştu, yazdı, azarladı. Koca koca adamlar her gün boyun eğdi, yaltaklandı, yavşadı. Koca koca adamlar ve kadınlar yumruğunu, dirseğini, çelmesini, dedikodusunu, hasedini, fesadını, fitnesini, ihanetini, tuzağını, sinsiliğini, küstahlığını bir başkasını düşürmek, düşeni tekmelemek, tekmelediğini tekmeletebilmek, bir başkasını saf dışı bırakabilmek için kulandı da kullandı. Ah çocuklar ve gençler! Kimileri; hayat, düzen, ayakta kalma, rekabet, başarı, ödül, hırs, kazanç, piyasa, "bu işler böyledir" namına aynen o güzergahta ite kaka koşturup büyüdüler de küçüldüler. Haberler, dizi diziler, yarışmalar, tartışmalar, tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya, "enayi" olmamayı, "uyanıklık" yapmayı, "profesyonelce" davranmayı telkin ederken; En çok onu sevdim. "Bir teselli" gibi gülümseyiverdi. "Amatör insanlık ruhu", birincilik, madalya, ödül kazanamasa da, 12 yaşında bir kızın "düşene uzanan eli"nin sıcaklığıyla içimi ısıtıverdi.
Yoksa, "NATO askeri kanadı"nda yer almayan Fransa ile askeri ilişki dondurmanın ne cesur davranış olduğunu da yazabilirdim. ABD'nin de bu tavırdan herhalde aşırı korkmuş olabileceğini hayal edebilirdim. Fransızlarla, hem de "onlar da Ermeni tezini desteklemiş" Lübnan'da ne demeye asker bulundurulduğunu sorabilir miydim. OYAK kazancını katlayıp en üst kademeden üyelerine yönetim kurullarında sandalye ve daha iyi maddi imkan sağlarken, Renault veya Axa gibi ortakları için "iyi ki onlar sivil Fransızmış!" diye düşünebilirdim. Devlet idaresinde, öyle ya da böyle bir hükümet varken, tavır açıklamada komutanlara inisiyatif tanımasının ne hoş, demokrasimizin ne kadar kendini aşmış, fikir özgürlüğünün ne denli taşmış olduğunu hissedebilirdim. Öyle yapmadım. Küçücük bir olaya çok sevindiğim için "En çok onu sevdim" diye girdim yazıya.
O, Hilal Coşkuner. 12 yaşında, Trabzon 24 Şubat İlköğretim Okulu öğrencisi. Kenan Taşkın, cuma günü Sabah'ın iç sayfasındaki haberinde, Hilal'in yaptığını ve yapmadığını duyurdu: Kros yarışına katılanlardan biriydi. Önde koşuyordu. Son 200 metreye de önde girmiş, birinciliğe gidiyordu. Arkasındaki "başka okuldan rakibi" çığlık atarak yere yığıldı. Hilal, finişe koşmak yerine geri döndü. Düşen Sibel' in yanına gitti. Elini verdi. Kaldırmaya çalıştı. Rakibi baygındı. Sonra bir doktor da geldi. Hilal "yarış"ı kaybetti. Bu sözde ortak, tuhaf, amansız hayatımız Hilal'i kazandı. Kutlayanlar, eksik olmasınlar, eksik olmadı.
Kazanacakken düşene elini uzatıp yarıştan vazgeçebilen 12 yaşında bir çocuk ne milli geliri artırdı, ne ihracatı, ne Borsa'yı yükseltti. AB'ye girmeyi, Avrupa'ya sesimizi duyurmayı, medyaya daha çok Alman sermayesi gelmesini, Nobel yahut Avrupa şampiyonluğu almayı da sağlamadı. Ülke kaderini değiştirmedi; eğitimde reform, laiklikte güvence, 301'e çare, inanç özgürlüğüne kol kanat olmadı. Bebek ölümlerinin azalmasını, kapkaçın önlenmesini, Trabzon'un liderliğini de getirmedi. İleride belki, umarım büyük damgalar da vurur, hem de bu tevazuu ile ama şunu hatırlattı: Sen koşarken, olur ki arkanda yere düşen biri varsa, elini uzatabilirsen, hiç kötü olmaz. Bu, yapılabilir; evet bu da yapılabilir. Ne iyi ki, şu amansız itiş kakış, horlama ve aşağılama silsilesi içinde, Hilaller de var. Onlar varsa, hep ümit de var. Ben şu hafta en çok onu sevdim bu yüzden.
|