Ağzı olan konuşsun ama...
İki tip insandan dinlenip dinlenip kaçasım gelir benim. Biri, tanışırken daha doğrusu tokalaşırken, karşısındaki insanın elini hiç sıkmayan, hatta o elde sanki bir adet burun ifrazatı varmış da, dokunmaktan tiksiniyormuş gibi elini eğreti uzatan.. Ki o kişilerin eli avucumdayken bir yılana dokunmuş gibi hissederim kendimi... Yok yok... Daha geçen hafta Bangkok'ta boynuma dolanmış kocaman bir pitonla çekilmiş fotoğrafım var. Yılanlara haksızlık etmeyeyim. Onlara dokunmak beni hiç de irrite etmedi, derileri sandığınız gibi soğuk gelmedi, bir an önce elimi üzerlerinden çekmek falan da istemedim. Hatta yılan sahibi Hintli kişi aramıza girmeseydi, hayvanı tıpkı kedilerimi mıncırır gibi mıncırmaya, "Aman da yirim senin o güzel çipil gözlerini" şeklinde arızaya girmeye bile başlamıştım.
KULAĞIM SENDE... Neyse işte demem o ki, tokalaşırken benim elimi sıkma lütfunda bulunmayanları ben de, güdük parmaklı ellerimi bir daha tutma şerefinden mahrum ederim. Kendisinden ışık hızıyla uzaklaştığım ikinci insan tipiyse, ben konuşurken başka bir yere bakan, gözlerini yüzümden ziyade, evdeysek televizyona, dışarıdaysak sağdan soldan geçene dikenlerdir. Ben o edepsizliği (saygısızlık bu evet!) kimseye yapmadım, yapmam da. Karşımdaki isterse küçük bir çocuk olsun. Herkesin, ağzından çıkan söz kendisine göre değerlidir. Ve can kulağıyla dinlenilmeyi hak eder. Ben konuşurken karşımdaki kişi sağa sola TV'ye vs. bakıyorsa, hiç dayanamam hemen tepki veririm: "Sana bir şey anlatıyoruz burada değil mi? Yüzüme baksana ben konuşurken!" Ve hep de şöyle bir karşılık alırım: "Yaa niye kızıyosun ki, dinliyorum ben seni, kulağım sen de yaniii!" Böyle bir açıklama benim için hiç geçerli olmadı, sizin için de olmasın. Hemen susarım böyle durumlarda. Kırılır, hemencecik küserim... Hem zaten artık konuşmak içimden de gelmez, arkamı döner giderim! Ayrıca bu sadece benim kişisel kaprisim de değil. Beden dili üzerine birçok akademik çalışma yapmış olan Ah Şu Kadınlar kitabının yazarı Ercan Kaşıkçı da der ki: "Dinleyen insan karşısındakine odaklanır. Bakışlarını başka yöne çevirmez. Gözlerini kaçırmaz. Gözleri ve kaşlarıyla ilgi mesajları verir. Kafasını sallar. Gülümseyerek ilgilendiğini, konuda olduğu mesajını verir. Gülümsemek iletişimdeki en kısa ve en net köprüdür."
*** Geçen hafta size, Uzakdoğulular'ın her şartta ve her ortamda sürekli gülümsediklerinden ve buna bir Türk olarak ne kadar şaşırdığımdan söz etmiştim. Onların da bizimle ilgili çok şaşırdıkları bir durum vardı ki, sık sık yolda durup hayret ve endişeyle yüzümüze bakmalarına neden oluyordu. Çünkü biraz yüksek sesle ve hararetle konuşulduğunu işitseler, hemen kendilerini 'kavga çıktı yetişin' modeline bağlıyorlar.
DİNLEYEN ÜSTÜNDÜR Bizim yanımızda bulunan bir arkadaşımız ki, Serdar deriz kendisine, onun bir insana fısıltı halinde şefkat gösterdiğini zannettiği ses tonu bile, ağzından ana avrat küfür eder gibi çıktığından halimizi siz düşünün artık. Gerçi bizim de kankadan kalır yanımız pek olmadığı için, yol ortasında hep bir ağızan İtalyan aileleri gibi bağırış çağırış konuştuğumuzu gören Uzakdoğulular hemen etrafımızda kısa bir süre duraklayıp neler olduğunu çözmeye çalışıyorlardı. Oysa biz o sırada "Önce Çin mahallesine gidip alışveriş mi yapsak, yoksa yemek mi yesek?" gibi basit bir konu üzerinde tatlı tatlı sohbet ediyor oluyorduk. Bu yazı nasıl biter... 'Dinleyen kimsenin, konum olarak, konuşan kişiden daha üstün tutulduğu' bir Uzakdoğu atas özüyle tabii: "İnsanlara değer verdiğinizi, onları dinleyerek gösterin." Ağzınızdan çok, kulağınızın mesai yaptığı günler dilerim efendim.
|