|
|
'Mısır Çarşısı annemi aldı'
Mısır Çarşısı davası sonuçlanmak üzere... Sosyolog Pınar Selek, patlamadan önce sokak çocukları ve seks işçileriyle ilgili çalışmalarıyla tanınıyordu. Yedi yıldır sanık sandalyesinde ve kararı bekliyor.
"Bir rahibeyi kadın satıcısı olarak ilan etmek, herkese öyle tanıtmak, damgalamak.... Bu korkunç bir şey... Benim şahsımda birçok sosyoloğa, araştırmacıya, aydına gözdağı verilmiş oldu. Onlara 'Bakın böyle olursunuz' dendi aslında."
"Annemi kaybetmek hayatımın en büyük acısı oldu. Her insan annesini ölümsüz zanneder, sonra annen birden gidince kaburgasız kalmış gibi oluyorsun. Her hareket edişinde, her nefes alışında acı çekiyorsun."
'Yaşıyorum, her şeye rağmen...'
Mısır Çarşısı davası sanığı sosyolog Pınar Selek, 17 Mayıs'ta belki de son kez sanık sandalyesinde oturacak. Öğrencilik yıllarından bu yana toplumun arka kulvarlarında dolaşmayı seven Selek, egemenlere değil, ezilenlere yakın durmaktan pişman değil.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, hırsızlar, çingeneler, sokak çocukları, seks işçileri ve çöpe atılan inlanlarla ilgilenen 'Beyaz' bir 'Türk' varmış... Gün gelmiş, Kürtleri anlamak istemiş, herkes birbirini öldürürken, sözü "birbirimizi anlayalım" demeye getirmiş. O herkesin refakatçisiyken, ansızın kurban oluvermiş...
- Siz ne bekliyordunuz şu hayattan Pınar? - Mutlu ve özgür bir kadın olarak yaşamayı... Bunu nasıl yapacağımı da bilemiyordum. Anlamam lazım diyordum bu hayatı, kendimi anlamam lazım... Mutluluk duygusunu 'anlayarak' yaşayabilirdim, çünkü anladıkça daha çok sever insan.
- Bazen yaşadığımızı anlamak, hissetmek için üzerimize fazladan riskler alırız, bunlar da çoğu zaman otoriteye ters şeylerdir... - Ama ben öyle sıkıcı yaşamından kurtulmak için kendine renklilik arayanlardan değilim. Onlar başka başka alanlara girip, o alanla tüketim üzerinden bir ilişki yaşarlar. Benim öyle değildi, ben sosyoloji bölümünü ilk tercih olarak belirlemiş, oradan da birincilikle mezun olmuştum. Öğrenciliğim de öyle okul koridorlarında veya kantinlerde geçmedi. Kendi hayatımın içinde çok gezdim, bu şehrin içinde... Hayatı ve toplumu gezdim. Okumaya, yorumlamaya, üzerinde defalarca düşünmeye çalıştım. Toplumun değişik kulvarlarında gezerek, toplum gezgini olmaya çalıştım. İlk kulvar medyaydı, bir sene atv'de çalıştım.
- Hemen ardından Çingeneler, hayat kadınları, sokak çocukları, travestiler, transseksüeller, hırsızlar geldi... - Arka kulvarlarda olan biteni anlamadan toplumu anlayamazdım. Çingenelerin tarafına geçerek, hayata onların gözüyle bakmaya, onların yaşadığı yersiz yurtsuzluğu, kimliksizliği, kimlik sahibi olsa da arada kalmayı anlamaya çalıştım. Seks işçileriyle ilgili de çok ciddi araştırmalar yaptım. Bunlar toplumun hakikatini çok çok ele veren konulardı. Toplumun başka bir yüzü çıkıyordu oralarda ve bana gösterdiği yüzle hayat kadını Sevda'ya gösterdiği yüz aynı değildi. Sokak çocuklarıyla sokakta yaşadım. Erkek kıyafetleri giyiyor, geceleri onlarla kalıyordum. Hırsızların kendi aralarındaki dil ne, yaptıkları şeyi nasıl anlamlandırıyorlar, kendi aralarında nasıl meşrulaştırıyorlar diye, biraz onları anlamaya çalıştım. Çalışmalarım başladı ve hep sürdü, hiç bitmedi...
- Anlama bilinciniz sevmek için mi gerekliydi, çözmek için mi? - Anlamak ve çözüme oradan geçmek lazımdı. Sonuçlara bakıp "bu asılmalı, bu cezaevine tıkılmalı, bu kovulmalı" gibi polisiye bir güvenlik söylemim olamazdı. Sadece anlık bir yardım yapsam, çözüm olmayacağını fark etmek bana acı veriyordu.
MUTSUZLUKLA ACI FARKI
- Acıdan hiç kaçmamışsınız, o neden? - Mutsuzlukla acı çekmek arasında fark var. Evet, acı dolu bir hayatım oldu, çok acı çektim, hala da çekmekteyim, ama hiç mutsuz olmadım. Ayrıca acımı hiç saklamadım. Aslında başıma gelenlerle, hiçbir şeyimi saklamayarak başa çıkabiliyorum. Hatırlıyorum, ilk adet olduğumda, koşa koşa annemle babama göstermiştim. Her şey açık konuşulur, hiçbir şey gizlenmezdi. Öyle bir paylaşım ve açıklık ortamında büyüdüm. 12 Eylül döneminde babam cezaevindeydi, hoşlandığım çocukları ona mektupta yazardım.
- Siz, Mısır Çarşısı patladığında, kimleri anlamaya çalışıyordunuz? - Ben o sırada Güneydoğu'daki savaşın nedenlerini anlamaya çalışıyordum. Kürt isyanlarını okumuştum, nasıl bir bellek vardı akıllarında, bu hangi bellekti, hangi ninnileri, hangi türküleri söylüyorlar, birbirlerine hangi hikayeleri anlatıyorlardı? Savaşı yürüten insanlarla görüştüm, ilk ne zaman kuruldular, savaşı nasıl tanımlıyor, nasıl algılıyorlar, kendi aralarındaki hiyerarşi, savaşın üzerlerindeki olumsuz etkileri, başlarken ne için yola çıkmışlar, şimdi ne yapıyorlar? Eleştirel yönleri de barındıran teorik ve tarihsel bir araştırmaydı. Antimilitarist ve şiddete karşı olduğum çok iyi biliniyordu.
- O halde neden siz? - Dönemin etkisi... Milli güvenliğin en çok önemsendiği, milliyetçilik söylemlerinin tavana vurduğu bir dönemde, ben çok üst düzeyde insanları kendi cep telefonumla arıyormuşum. O sırada devlet Öcalan'ı getirtmek istiyormuş, Kürtler de ateşkes ilan edeceklermiş. Ben bunları bilmiyordum, sormamıştım bile. Savaşın bilincini anlamaya çalışıyordum. Böyle bir dönemde Fransa'da eğitim görmüş, aile geleneğinde hukuk olan bir sosyoloğun, daha doğrusu bir Beyaz Türk'ün sakin sakin "meseleyi anlayalım" demesi anlaşılır gelmedi onlara. Büyük ihtimalle de rahatsız etti ve beni sembol olarak seçtiler. Götürdüler.
- Mısır Çarşısı'ndaki patlamadan suçlandığınızı ne zaman öğrendiniz? - Cezaevinde öğrendim. Bu korkunç bir şeydi. Araştırmayı ben göz altındayken yok saydılar, atölyede bomba bulduk iddiası da ben gözaltındayken çıktı. Benim şahsımda birçok sosyoloğa, araştırmacıya, aydına gözdağı verilmiş oldu. Bakın böyle olursunuz dendi aslında...
YALITILMIŞLIĞI AŞMAK
- Nasıl bir atölyeydi orası? - Çöpe atılan insanların çöpten topladıkları şeyleri yeniden hayata dönüştürüp, topluma ders verdikleri bir atölye... "Bakın, siz bizi çöpe atıyorsunuz, biz çöpten toplananları sanat eseri haline getiriyoruz" dedikleri bir atölye. Yani emek gerekir... Bomba filan yakalanmadı yani, bunu bilsin insanlar. Araştırma dışında hiçbir ilişki kurmadım ben insanlarla. Her türlü şiddete karşı mücadele etmeye çalışan bir atölye terörize edildi. Orası herkesin bildiği bir yerdi. Dışlanmış, acı çekmiş insanların emek harcayarak heykel yaptığı, arka odaları bile olmayan, kapısı açık bir yer... Hırsızlar tinercileri sevmez, travestileri her ikisi de sevmezdi, ama Pınar Abla'nın arkadaşları dendi mi, emek harcanır, dışlama sürecini aşmaya çalışırlardı. Dava sırasında biri geldi "Ne diyon sen Hakim amca, ne bombası, Pınar Abla oraya tiner bile sokturmazdı" demişti, bense 'Gelmeyin' diyordum, 'başınız derde girecek...' O zaman da "Ben seni değil, atölyemi savunmaya geldim" cevabını aldım.
- Onlara bakıp ne görüyordunuz Pınar? Neyi arıyordunuz? - Aynaya bakmak gibiydi, kendimi görüyordum. Farklı olana bakarak kendini daha iyi görür insan. Kendini anlamaya çalışırsın. Aslında o yalıtılmışlığı aşmaya çalışıyordum da denebilir.
- Lanetlenmek değil mi sonuçları? - Bir rahibeyi kadın satıcılığıyla suçlamak, hatta herkese öyle tanıtmak... Şimdi hayata damgasını vuran lanetlenmiş insanların deneyimleri akıyor içime. Ben onların hayatlarını çok okumuştum, biliyor musun?
- Korkuyor musunuz? - Şu anda korkuyorum, ama korku egemen olmuyor. Merakım her zaman korkumdan baskın geldi. Korkuyla birlikte yaşayabiliyorum, tıpkı acı gibi. Acının egemenliğindense, onunla daha içli dışlı bir ilişki kuruyorum. İçerdeyken elektrik herkesin başka yerlerine verilir, benim kafama verildi ve bu çok ağır geldi. Şok tedavisi gibi. Bense o sırada deliliği, delilere yapılanları eleştiriyor, Foucaokuyordum...
- Bu yedi yıl içinde bir de ölümcül kaza geçirdiniz ve ciddi bir şekilde ölümü yendiniz. Ne değişti? - Kazadan sonra yeniden doğdum. Ölüme gidip gelmek çok acayip bir şey... Yaşam kısa deriz hep, ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Ölümle tanışmadan da yaşamı tam olarak hissetmiyorsun maalesef. Mesela denizi çok severim, eskiden de dakikalarca bakardım denize, ama şimdi, bakıyorum ve deniz içime akıyor... Artık hayatın çok kısa olduğunu biliyorum, gereksiz şeyleri atıyor, hayatımı hafifletiyorum. Geriye hak eden hakiki şeyler kalıyor.
|