|
Öykünün eski tadı hep var
|
|
İlk sayısını görmemiştim. Eşik Cini'ni ikinci sayısıyla tanıdım. Tam da Capote filminin rüzgarıyla Truman Capote'ye, öykü kitaplarına yeniden sarıldığım hafta. Eşik Cini, bir "öykü kültürü" dergisi. Baştan sona okuma olanağını bulamadım henüz. Ama edebiyatseverin yolunu gözleyeceği bir yayın olacağı ortada. Özenle hazırlanmış. Dilerim upuzun bir ömrü olur. Capote demiştim. Bugün ona ağırlık vereyim biraz. Gece Ağacı en sevdiğim öykü kitaplarından biri. Denizin Değiştirdiği Ernest Hemingway) ve Kasımpatları'yla John Steinbeck) birlikte. Bunlara Kuyudaki Zenci'yi (Erskine Caldwell) de eklemeliyim. William Saroyan'ın Cesur Delikanlı'sı ile Aram Derler Adıma'sını da. Bir de Jack London'ın Ateş Yakmak'ını. Memet Fuat'ın çevirileriyle.
1950'lerin başlarıydı. Ne güzel kitaplar yayımlanırdı. Remzi Kitabevi'nin Dünya Edebiyatından Seçmeler dizisi, Milli Eğitim Bakanlığı'nın Klasikler'i... Ama bizi heyecanlandıran iki yayınevi vardı: Varlık ile Yeditepe. Her ay başında onların kitaplarını beklerdik. Yerli yazarların yanısıra Istrati'ler, Malaparte'ler fırtına gibi girmişti yaşamımıza. Ama Amerikalı üç yazar düşlerimizi bile kasıp kavuruyordu: Hemingway, Steinbeck, Caldwell. Her ay birinden birinin mutlaka bir kitabı yayımlanırdı. O ay ilk okuduğumuz kitap da o olurdu. Yeditepe Yayınları biraz daha özenliydi sanki. Kalın karton kapaklı, Haşmet Akal'ların, Sabri Berkel'lerin resimlediği kitaplar. Resimlere bakardık önce. Öyküleri o resimlerden çıkarmaya çalışırdık. Bu da okumaya başlamadan önce yaşadığımız törenin bir parçasıydı. Saroyan, soğuk kış gününde ısınmak için hiç bilmediği bir dilde yazılmış kitabı bile yakmaya nasıl kıyamamış, duygulanarak okur, sonra "resmine" dalardık uzun uzun. Okudukça, baktıkça biz ısınırdık. Sıcacık, içten, yalın ürünlerdi bunlar. Daha önce tutulduğumuz Çehov'larla, Gorki'lerle, O'Henry'lerle birlikte inanılmaz zenginlikte bir öykü dünyası yaratıyorlardı. Bazılarını yeniden okuma isteği hep uyanmıştır içimde. Kitaplar vardır, ancak doğru zamanda, doğru ortamda, doğru koşullarda okunduğu zaman etkiler sizi. Bunlar için zaman da, ortam da, koşullar da hiçbir zaman "yanlış" değil.
ONAT TEPEDEN TIRNAĞA ŞAİRDİ Öykü denilince Onat Kutlar'ın İshak'ını hatırlamamak mümkün mü? Onat'la arkadaşlığımız ilkg ençlik yıllarımıza dayanıyordu. İshak'ın ikinci baskısına yazdığı önsözde anlattığı gibi, Antep'te Halkevi Bahçesi'nde, Kırkayak'ta oturur, her gün edebiyat konuşurduk. Üniversite yıllarında kışları İstanbul'da, Şehzadebaşı, Cağaloğlu, Aksaray kahvelerinde sürdü bu. Öykü yazardı Onat, ama şiirden söz ederdi hep. "Niye şiir yazmıyorsun?" diye sorduğumda gülümserdi. O gülümsemenin ardında neler yatıyormuş meğer, ilk şiir kitabı yayımlandığında anlamıştım. Unutulmuş Kent ve Çeviri Şiirler, Onat'ın bu alandaki ürünlerinin toplamı. Bu hafta onu da okudum yeniden. Aynı şiiri herkes başka türlü okur. Bir de baktım, Onat'ın aynı şiirini her keresinde başka türlü okuyorum. Her keresinde yeni tatlar bularak, yeni incelikleri aralayarak. Furuğ'un şiirlerine yazdığı Sunu'yu bile uzun bir şiir olarak kabullendim, öyle okudum. İçimde bir daha okuma isteği uyanınca yanılmadığımı anladım.
Şiir kıskançtır. Bir başka edebiyat dalıyla ilgilenmenizi bile bağışlamaz. Okurların, Onat Kutlar deyince "öykücü", Cevat Çapan deyince "çevirmen" etiketlerini yapıştırmalarını sağlar, öcünü alır. Ama Onat şairdi. Onun öykü yazması, bir şairin öykü yazmasıydı. Onun sinema sevgisi, bir şairin sinema sevgisiydi. Onun yazıları, bir şairin yazılarıydı. Tepeden tırnağa şairdi Onat.
|