Çalışan kadının vicdan azabı!
Geçen gün apartmanın kimbilir hangi kuytu köşesinden gelip, muhtemelen açık bir pencereden bizim eve sızmış bir hamamböceği görünce zamanın ve Türkiye'nin değiştiğini anladım! Hayır, böceklerde değişen birşey yok. 70'lerde de en havalı apartmanları dahi istila ederlerdi, şimdi de öyle! Hatta nükleer savaştan sonra da hayatta kalacak yegane canlılar onlar olacak bilimadamlarına göre! Ne acı ki, belki herşey bittikten sonra bu gezegeni ziyaret edecek uzaylılara karşı, yok olmuş güzelim dünyayı, ne bileyim, orkideler, şahane kaplanlar, en azından kelebekler değil de ucube hamamböcekleri temsil edecek! Bizim evdeki böcek, saklandığı kalorifer arkasından çıkıp telaşlı ve suçluluk dolu hareketlerle karşı duvara geçmek için yola çıktığında, Emine Hanım ona benzer telaşlı ve suçluluk dolu hareketlerle telefona koşup "büceksavar gara gutulardan" ısmarlayınca, kavradım ki hiçbirşey eskisi gibi değil!
EV YAPIMI BÖCEK İLACI Beş dakika içinde siyah plastik, üç delikli, böcek yuvası süsü verilmiş zehir dolu "gutu"lardan geldi ve evin her yanına serpiştirildi! Aklıma 70 ve 80'lerde, ev kadınlarının uğraştığı asit borikpatates ezmesi karışımı böcek kaçırıcılar geldi! O yıllarda ev kadınları, böcek ilaçlarını bile evde kendileri yapmak zorundaydı! Bulaşık makinesini sonradan gören, "eve hazır gelen yemek" tanımlamasından komşunun geçen hafta yolladığımız böreğin tabağına koyup gönderdiği zeytinyağlı barbunyayı anlayan bir neslin çocukları olarak, bir yandan kariyer yaparken bir yandan da gizli bir vicdan azabıyla yaşıyoruz! Geçen gün bir arkadaşımı aradığımda, burnunu çekerek dolma sarmakta olduğunu ve konuşamayacağını ifade etti! Maddi olarak hiçbir problem yaşamamış çiftin evinde kah dışarıdan getirtilen Çin yemeği, pizza, sushi, kebap gibi yemekler, kah karşıdaki balıkçıdan, kah yan taraftaki esnaf lokantasından gelen çeşitler, çoğunlukla da evdeki hamaratlı yardımcının yaptığı envai tür tencere yemekleri bulunuyordu. Ancak o gün üç yaşındaki oğulları, bir arkadaşında ilk defa yaprak sarma yediğini ballandıra ballandıra anlatınca, genç çalışan anne, histeri krizi geçirip, gözyaşları içinde yemek kitabından bakarak yaprak sarma yapmaya başlamıştı.
EN ŞANSSIZ KADINLAR! Ufaklığın gayet iyi beslendiğini ve aslında yaprak sarmasız da yaşayabileceğini söylemeye gerek yok. Ama arkadaşım, o kadar etkilenmiş kendini o kadar suçlu hissetmişti ki, kariyerini bırakıp, evinin kadını olma planlarına kadar gitmişti iş! Çoğumuzda "çocuk da yaparım, kariyer de" sendromu yok mu hakikaten? O kadar akıllı, o kadar enerjik, o kadar şahaneyiz ki, hem işyerinde ortalığı kasıp kavurmaya, hem de annelerimiz kadar müthiş ev hanımları olmaya çalışıyoruz! Günün 24 saat ve bunun matematiksel olarak imkansız olduğunu unutarak! Bence şehirli, çalışan, evli, özellikle bir de çocuklu kadınlar, tarihin en talihsiz dönemini yaşıyorlar! Mesleğin, kariyerin yoksa bir hiçsin. O da yetmiyor bir yan uğraş, hobi, şu bu gerekiyor adam sayılmak için. Ya takı yapacaksın, ya yoga, veya ne bileyim sanat tarihi kurslarına gideceksin "işkolik olmayıp kendine vakit ayırma, hayat kaliteni yükseltme" başlığı altında, bir mecburiyet olarak! 80'ler ve 90'lardaki "acımasız iş hayatına kapılıverip eve uğramama" trendinin de modası geçti! Artık kadınlardan, eski zamanlardaki gibi balkonda organik sebze yetiştirmeleri, çocuklarına kendilerinin bakmaları, ekmeklerini evde yapmaları tarzında "new age" aktiviteler bekleniyor, bir "son moda" olarak ve yine "sanki kendileri için yapıyorlarmış"çasına! O zaman da gayet başarılı bir reklamcı olmak, sürekli temiz ve derli toplu bir evde hergün envai çeşit yemek bulunduracak kadar müthiş bir organizasyon yapmak, bir yandan çocuğunla ilgilenmek, yetmiyor! Dolmanı kendin sarmıyorsan gözyaşlarında boğulabilirsin! Alın beni! Haftada yedi gün çalışan bir kadın niye evde ekmek yapmak istesin?
AJDA EKMEK YAPARSA Önce aklımı Ajda Pekkan çeldi zannettim! Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın evindeki akşam yemeğinde bahsetti ekmek makinesinin faydalarından. Böyle söylerken garip hissediyorum kendimi, çünkü asla ünlü olmaya alışmış değilim. Yılbaşı gecesi telefonum çaldı ve karşıdaki ses "Gülse'ciğim ben Sezen, Ajda'yla birlikte diziyi seyrediyoruz çok gülüyoruz" gibi birşeyler söyledi! Öylece durmuşum. Kendimi radyo dinliyor sanmışım! Neden sonra "Hadi be, kim sarıyor beni? Aslı sen misin? Çok mu içtiniz, neredesiniz?" falan demek üzereyken kendime geldim! Gerçekten Sezen Aksu ve Ajda Pekkan yılbaşı gecesi oturmuş Avrupa Yakası seyrediyorlardı! İnsan kendine yabancılaşıyor. Herneyse. Bundan birkaç ay sonra, sözkonusu yemekte, Ajda Pekkan bana ekmek makinesinin nimetlerinden söz ederken, zarif eşim pek özendi! Benim kocamın neyi eksikti? Benim evimin neyi eksikti? Koskoca Ajda bile Olympia konserinden değil, evde yapılmış tahıllı kepek ekmeğinden bahsediyorsa, hayatın anlamı belki de bu değil miydi?! Bu hafta bir ekmek makinesi aldım! Ben ne bileyim hayatımı kaplayacağını! Ev bir fırın haline geldi! Farklı unları, tohumları, zeytini meytini karıştırıp çeşit çeşit ekmekler elde ediyoruz. Beyhude ve kilo aldırıcı bir çaba! Ama iki faydası var. Hamur yoğurulurken cam bölmeden seyredebiliyorsunuz. Meditatif bir durum. Şöminedeki ateşe bakar gibi, saatler geçirebilirsiniz. İkincisi, "ekmeği bile evde yapıyoruz" duygusu, gelenekle moderniteyi bir potada eritmeye çalışırken kan ter içinde kalan bizlerin suçluluk duygusunu, büyük ölçüde azaltıyor! Yani zeytinli ekmek de yapıyorum, kariyer de!
|