Helal hayat mı, gerçek yaşam mı?
'Helal Gıda' meselesi gündeme gelince, aydınımızın karışık olan kafası iyice yorum yapamaz hale geldi. Türkiye gibi ülkelere kaygan zemin olarak bakıp, alınan kararları da buna göre yorumlamak gerekir. Zira kafası karışık olan sadece aydınlarımız değil, devlet adamlarımız da bir çıkmaz içindeler. Çünkü bizim aydınımız özellikle de dini konularda Kuran-ı Kerim'in yerine İncil'i kilisenin yerine camiyi, papazın yerine imamı koyarak yorum yapar. Batılı filmlerde gördüğü dini motiflerden öte dini bilgisi yoktur, fazlasını öğrenmek için de bir çalışmaya gerek duymaz. Müsteşrik gözüyle Anadolu'ya bakar. Kendi insanın neye, nasıl ve neden inandığıyla ilgilenmez. Onları beğenmediğinden adam gibi yaşamaları için de gayret sarf etmez. Hatta elinden gelen bütün kötülüğü, onu aşağılayarak yapmaktan da geri durmaz. Kurban ve Ramazan bayramları laik bir ülkede tüm devlet daireleri kapatılarak kutlanır, aydınımız gidip tatilini yapar gelir gıkı çıkmaz. Laik devletin dini kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı'nın fetvaları referans gösterilir, laik bütçeden kaynak ayırılıp elaman istihdam edilir ve bedeli çok bilmiş aydınların da dahil olduğu vatandaşlardan vergi olarak kesilir, ama rejim bekçiliğine soyunanlardan ses çıkmaz. İş yiyeceklerin bu ülkede yaşayan çoğunluğun inançları çerçevesinde hazırlandığını onaylayan bir sertifika programına gelince gürültü çıkarılır. Bunun yenilir yutulur yanı var mı? Atatürk döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı ihdas edilmemiş olsaydı, bu ülkede din ne olurdu? Bunu sorgulayan var mı? Fransa'daki laikliği kopya etmek yerine, bu ülke şartlarına göre kafa yormak gerekmez mi? 'Helal Gıda' için Türk Standartları Enstitüsü'nün (TSE) görevlendirilmiş olmasında, 'neden'li sorular sormak mümkün, ancak hadisenin bir de içerideki ve dışarıdaki pazar payı boyutu var. Türkiye'de halen daha bir çok kişi çeşitli ürünleri tercih ederken bu duygularla hareket etmektedir ve çoğunluğu da maalesef aldatılmaktadır. Çok yakından tanıdığım bazı büyük gıda firmalarının, pazarda rakip firmalar karşısında sağladıkları üstünlüğün en önemli sebebinin temelinde de 'helalharam' tartışması yatmaktadır. Halbuki bir çok rakip firmanın ürünü İslami kurallara göre üretim yaptığını ya da helal olmayan ürünü kullanmadığını iddia eden de çok daha kaliteli, hijyenik, temiz ve helal. Ama bu dini motifleri kullananlar, el altından çalışıp pazarlarını sürekli büyütmeyi tercih etmişlerdir. Türkiye'deki şirketlerin tamamına yakını da 'helal' kapsamında ürün üretmektedir. Hiç birisi Müslüman mahallesinde salyangoz satma sevdasında değildir. Şimdi bir devlet kurumu olarak TSE'nin çıkıp isteyen firmaları bu anlamda tescil etmesinin ne sakıncası var? Bu işi TSE değil de Diyanet İşleri Başkanlığı yapsaydı, daha az gürültü çıkardı. Peki iki devlet kurumu arasındaki laiklik bağlantısını sevgili aydınlarımız nasıl yorumluyor? Gerçek şu ki, Türkiye'deki çoğu Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler kendi inançları doğrultusunda gıda üretim ve tüketimini önemsiyorlar. TSE'ye düşen de sadece 'Helal Gıda' mevzusuna takılmadan her inançtaki vatandaşına, mesela Museviler'e yönelik 'Koşer' kaşeli gıda üretimi için sertifika programı geliştirmektir. 'Helal Gıda' sertifikasının Türkiye'ye 200 milyon dolar değil çok daha yüksek bir meblağda ihracat hacmine kavuşturacağına Almanya'da şahit olduğum bazı örneklerden biliyorum. Fakat, bu tarz bahanelerin arkasına saklanmak yerine konuyu açık tartışmak gerekir.
|