Mevlana'dan Erdoğan'a
Duraklama devrinden beri dostunudüşmanını tanımayan, tanısa bile gereğini yapamayan, kurdukları şahsi ilişkileri ülkeden-ülkeye sağlam köprü zannedenlerce yönlendirilen ve yönetilen Türkiye kutsal (!) 3 Ekim gününün arifesinde aynı sınavı bininci defa yaşıyor. Aşağılık duygusuyla ezik, sağlıklı özgüvenden yoksun kadroların müzmin derdi ' seçkin hastalığı' yüzünden AB maceramızın bu aşamasında yatalak durumda, ürpererek ağızlarına bakıyoruz! Dedikleri çok açık: - 17 Aralık'ta müzakere tarihi alırken Rum devleti konusunda taahhütte bulunmuştunuz. Sözünüzü yerine getirin. Verilecek cevap ise bir tane: - Verdiğim sözleri tuttum ama siz neredeyse hiçbirini tutmadınız. Şimdi karar aldım artık, geçmişe doğru bütün sözlerinizi tutmanızı şart koşuyorum. Mesela taahhüt ettiğiniz halde 1986'da engellediğiniz ' Serbest Dolaşım ' hakkımızdan başlayalım. (Tabii bu hakkı gizli anlaşma ile satmadıysak!) Lakin bunu diyebilmek için eksiksizfazlasız bir özgüvene sahip olmak gerekir. Sizde bu özgüven olsa bile, çevrenizdeki ' batılılaşma dini adına tersine devşirilmiş' aydınlar, bürokratlar ve siyasetçiler dilinizi tutar. Bu yatalak hastaların ' biz ezelden beri kötüyüz, tam batılılaşırsak iyi olacağız' şartlanmasını aşmanız çok zordur. (Rahmetli Özal'ın eleştirdiğim bin işi arasında en olumlu yanı, hasta seçkinciye baskın çıkabilen özgüvenidir.) Bugün, doğuştan seçkin hastalığı ile gelenlere; paralanmış, laik aydınlanmacılığı (!) keşfedip dincilikten arınmış ama aşağılık duygusunu aşamamış sonradan görmeler de katılmıştır. Bu, ' dost batıdadır, düşman ise içerde' dedirten bir hastalıktır. Oysa düşman da, dost da her yerde olabilir. Kimse barış zamanlarında sana düşmanlık ilan etmeyeceğine göre karşındakinin gerçek niyetini kestirmek senin ferasetine kalmış. Devlet adamı seçkin hastalığı ile yatalak değilse bilgece şüphecilik geliştirir. Fakat bu hastalığa direnci zayıf, yağcıların tapıncı ile doyabilen biriyse bilgece şüphecilik yerine safça teslimiyet geliştirir. Hazret-i Mevlana günümüzdeki ' muhafazakar siyasetçi' için ısmarlanmış gibi duran mısralarında diyor ki: - Düşman her ne kadar dostça söylese de, her ne kadar taneden, yemden bahsetse de sen onu tuzak bil! Sana şeker verirse sen onu zehir bil. Bir lütufta bulunursa onu kahır say. Kaza gelince kabuktan başka bir şey görmez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.
AB'deki sıcak iyi polis-kötü polis oyununda bütün hesap ' Türkiye'nin umutla eşikte beklemesini mümkün kılmak' üzerinedir. Yeter ki Ankara kapının açık olduğunu düşünsün! Şu an AB'de Türkiye için en iyi dilek ' tamamen kaybetmeyelim' noktasındadır. "Zira ne olur ne olmaz, devran döner, bakarsın mesela yeniden ' Kızılordu ' gibi bir tehdit patlar, o zaman Türkiye'yi üye almamız gerekebilir." Peki bu kadarı Türkiye'de kime yarar? Şimdiye kadar iktidar bu kadarının bile kendisine yeterli olacağını düşünüyordu. Doğuştan ' seçkinci hastalığı' ile malul çevrelerin desteğini yitirmemek için biraz ' dostlar AB yolunda görsün' kabilinden de olsa bu yetinmeciliğin bir mantığı vardı. Şimdi ise tam da Hazreti Mevlana'nın buyurduğu gibi, hükümete üç senedir sunulan ' yem'lerin tuzak boyutu gizlenemez hale geldi. Erdoğan ve Gül'ü o kadar uyumlu ve o kadar anlayışlı gördüler ki, 'ne istersek alırız' saplantısına kapıldılar. Tabii ki bu ' Erdoğan'ın iyi niyetine karşı AB'nin ihaneti' değildir. Bu, Türkiye ile birlikteliği yeterince yararlı görmeyen Batı'nın her zamanki çirkin yüzü ile ortaya çıkışıdır. Bize ' şeytan azapta gerek' şartlanmasıyla davranan AB, bir ileri-bir geri adım atarak yetkililerimizi sersemletiyor. Arada Ankara umutsuzluğa kapılır gibi olunca dengeyi sağlamak için hemen basit bir yem daha sunuyorlar. Seçkinci hastalığına zebun kadrolarımız da gevşemeye hazır: - Abarttık galiba. O kadar da umutsuz durumda değiliz. Ya Mevlana'yı dinleyeceğiz ya atasözünü: - Ölme aslanım ölme, yonca biter de yeriz!
|