Hey gidi Kazım Koyuncu!..
Tarla, eteğindeymiş bir dağın. Adam, yürümeyi yeni öğrenen oğlunu da çalışmaya giderken yanında götürmeye başlamış. Çocuk, ağacın gölgesinde otururken tarlada çalışan babasını izliyormuş gün boyu. Babanın umudu, oğlunun da büyüdüğünde evin tek geçim kaynağı olan tarlayı ekip biçmesiymiş. O da aynı ağacın gölgesinde otururken, babasını gözlemleyerek öğrenmiş bu işleri... Çocuk konuşmayı öğrendiğinde, su içmek için ağacın gölgesine gelen babasına sormuş bir gün: "Baba deniz ne demek?" Adam şaşırmış! Dağların arasında doğan çocuğuna başlamış denizi anlatmaya... Ertesi gün çocuk yine aynı şeyi istemiş babasından: "N'olur baba, denizi bir kez daha anlatsana!"
ANLAT DA DENİZİ GÖREYİM Yıllar geçmiş aradan. Çocuk büyümüş koca adam olmuş. Babasından öğrendiklerini tarlada sürdürürken susayıp ağacın altına gelmiş, sıcak bir yaz gününde... Ağacın gölgesinde yaşlı bir adam oturuyormuş. Adam, elleri, yüzü tarlaya benzeyen yaşlıya sormuş: "Baba, hadi, bana denizi anlat!" Bir gün adam, yıllarca kendisine denizi anlatan babasının yanına gelmiş ve ilk kez yanına oturmadan elini uzatmış: "Hadi kalk baba, bugün denizi anlatmayacaksın bana. Çünkü denizi görmeye gidiyoruz!" Saatler süren uzun bir yolculuktan sonra denizin kıyısına gelmiş baba, oğul... Dalgalar pantolon paçalarını ıslatıyormuş her ikisinin de... Öylece susup denize bakıyorlarken çocuk bozmuş sessizliği: "Baba, deniz nerede? Anlat da göreyim!" Bize şarkılarıyla o coşkulu denizimizi anlatan, mısır püskülü saçlı kardeşim Kazım Koyuncu'yu ateşe atılan fındık kabuğu gibi kaybettik bir anda!... Binlerce insan yürüdü ardından. Bu ülkenin tüm aydınlık yüzlerinden gözyaşları süzüldü Kazım için. Üniversite öğrencisi olduğu günlerden beri tanır, büyük bir hayranlıkla izlerdim kardeşimi. İlk kez bir şeyi yakıştıramadım ona... O insanlara Karadeniz'i göstermek için yattığı yerden kalkıp bir tek "şarkıcuk" söylemedi! Kazım'ın defnedileceği Hopa'ya giderken, yüzlerine aile albümümdeki fotoğraflarda rastlayacağım insanlar gördüm yol boyu... Yağmur yağmıyordu ama kara bulutlar altında yaşadıkları için şemsiyeler vardı ellerinde. Islanmak istemiyordu hiçbiri... Peki ya ölmek!?.. Ölmek istiyorlar mıydı? O kara bulutlar ki, 1986 yılından sonra ölüm yağdırdı Anadolu'nun bu cennet köşesine. Çernobil faciasından sonra görevi ülkesinin insanını korumak, onlara şemsiye olmak olanlar sustular... Hayır susmadılar! Radyasyonlu çayları herkesin karşısında içerek, "Az radyasyonlu çay iyidir" diyerek alay ettiler, kanser tehdidi altındaki koca bir milletle. Hopa'ya, Kazım kardeşimin yanına giderken gördüğüm tüm şemsiyeleri parçalamak, kırmak istedim bu yüzden! 14 yaşında bir çocuktu Kazım, Çernobil santralinin 4. ünitesindeki kazanın yaşanıldığı 1986 yılında. Türkiye uyarılıyor, radyasyon bulutlarından en çok etkilenecek bölgenin Karadeniz olduğu dünya ülkeleri tarafından dile getiriliyordu. Sonuç: Kardeşi Kazım Koyuncu'ya son görevini yapmak için Hopa'ya giden Sunay Akın'dan medet umanlar karşısına dikilip adeta yalvarıyorlardı: "Sen de bizdensun, bi şeyler yapın, kurtarın uşaklarımızı, ölüyruk!" Kitap ya da müzik dünyasındaki "çok satanlar" listelerine "çok sevilenler" diyebilir miyiz? Kazım Koyuncu'nun adı okunmadı o "dayatma" listelerde... Ama, miting gibi bir cenaze gördü Türkiye! Şundan eminim ki, üniversiteler tatil olmasaydı Kazım'ı uğurlayan kalabalığa en az bir o kadar daha eklenirdi. Yalnızca Karadeniz sanmayın, tüm Anadolu uğurladı Kazım'ı İstanbul'dan. Hopa'da ise "Denizin Çocukları" kırılan bir dalga gibi omuzlarında taşıdılar kardeşlerini. Hopa Meydanı'nı dolduran binlerce insan arasından biri yanıma yaklaşarak bir binayı gösterdi: "Sunay Bey, şurada eskiden hükümet binası vardı. Nazım'ı 1928'de yurda kaçak girdi diye tutukladıklarında oraya götürmüşlerdi."
KARADENİZ'İN HIRÇIN OĞLU Hopalının sözleri bir şimşek gibi çaktı beynimde!.. Kazım şanslıydı!.. Nazım Hikmet çok sevdiği memleketinden uzaklarda yatıyordu. Biz ise, koca şair gibi özgürlükten, barıştan, kardeşlikten yana olan kardeşimizin üstünü doğduğu topraklarla örtüyor, "Anadolu'da bir köy mezarlığına" gömüyorduk! Kazım Koyuncu'yu son yolculuğunda yalnız bırakmayan binlerce insanı görünce şu sözün doğruluğuna bir kez daha inandım: "Doğum insanları eşitler. Ölüm seçkinleri ortaya çıkarır." Hopa'ya giderken de, dönerken de Karadeniz'in doldurulması için koca koca kayalar taşıyan kamyonların yanından geçiyorduk. Yolsuzluklarla anılan, doğayı kirlettiği, bozduğu için karşı çıkılan bu çirkin yola ilk kez o gün hak verdim! "Karadeniz" dedim, "Taş basıyor yüreğine! En güzel, en hırçın çocuklarından birini kaybetti!.." İki, üç şeritlik bir yol için değil, tümünü dolduracak kadar taş bassanız Karadeniz'in yüreğine, dindiremezsiniz acısını. Kazım Koyuncu yok artık... Karadeniz kendini çıkarsız, içtenlikle, yürekten seven bir çocuğunu kaybettiğini biliyor. Kızım Ilgın'a horonu öğretiyorum. Serçe parmaklarımız Kazım Koyuncu'nun bir şarkısında buluşuyor ilk kez...
|