Cumartesi sineması
Rüzgarın bahar kokuları taşıdığı bir cumartesi günü, pencere önüne dizili saksılar arasından birbiriyle konuşan kadınların gözü, geniş basamaklardan oluşan merdivenli sokağın köşebaşındaydı. Her cumartesi olduğu gibi o gün de "Kadınlar Matinesi" vardı Saray Sineması'nda. Çocuklar okullarından eve dönecek ve ayaküstü atıştırılan bir iki lokmadan sonra koşar adım yürünerek ucu ucuna yetişilecekti sinemaya. Filiz Akın ile Ediz Hun'un yeni bir filmi gelmişti İstanbul'dan. Yapılan hazırlıklardan haberdar olan çocuklar da, uçarcasına gelirlerdi evlerine. Sokağın köşebaşında, siyah önlükleriyle birer karga yavrusu gibi görünerek, penceredeki annesinin yüzünü güldüren çocuklardan biri de bendim. "Çocuk ve sinema" denildiğinde, cumartesi günleri okul bahçesinde yapılan törende, arkadaşlarımla ettiğim sınıfın son sırasında yer alma kavgası gelir aklıma. Çünkü, son sırada yer alan öğrenciler, çıkış kapısına yakın olduklarından tören bitiminde okuldan ilk ayrılan olurlardı. Bu da, eve daha tez ulaşıp, sinemada güzel bir koltuğa bilet almak demekti.
HERKESİN BİR ANISI VAR Annem, annesinin çalıştığı hastahaneden getirdiği boş bir serum şişesini ağabeyim ve benim tüm yalvarmalarıma aldırmadan çantasına koyardı. "Kadınlar Matinesi" nde bırakın koltukları, yerler bile dolu olduğundan filmin ortasında çocukları tuvalete götürmek zor olurdu!.. Kadıköy'deki Hale Sineması'nın, perşembe günleri gündüz seanslarını kaçırmayan Nazım Hikmet, annesinin tuttuğu serum şişesine çişini yapan bir çocuk görmüş müdür, yoksa bu uygulama yalnızca taşraya özgü müdür, bilemem ama Nazım'ın nasıl bir ortamda film seyretmekten hoşlandığını, 20 Ocak 1935 tarihli Akşam Gazetesi'nde "Orhan Selim" imzasıyla yazdığı yazısından sizlere okuyabilirim: "Geçen perşembe, her perşembe yaptığım gibi Kadıköy'de Hale Sineması'na gittim. Bu şipşirin sinemanın perşembe gündüz seanslarını severim, çünkü o saatlerde dokuzundan on altısına kadar okullu çocuklarla doludur. İçinde boy boy kuşlar cıvıldayan kocaman bir kafese benzer. Çocuklarla beraber sinemaya bakmanın tadına doyum olmaz."
PERDEDEKİ İSTANBUL Çocukluğunu taşrada yaşayanlar, İstanbul'da doğanlardan daha çok severler bu büyülü kenti. Çünkü, İstanbul "sinema" demektir her şeyden önce!.. Hem beyazperdede oynayan filme bakılır hem de o filmin çekildiği İstanbul'a. Galata Köprüsü, Beyoğlu, Rumeli Hisarı, Kız Kulesi... Sahi, şu Kız Kulesi'nin beyaz duvarında yaz akşamları neden sinema kurulmaz ki!?. Bu düşüncemi bir kişi heyecanla karşılamış ve yardım sözü vermişti bana. Kız Kulesi'nde yapacağımız film gösterilerinin adını bile koymuştuk. Bu ad, bir dizeydi Orhan Veli'den: "İstanbul'un orta yeri sinema"... Ama o güzel insanın, kurtların saldırdığı bir at gibi hüzünlü oldu sonu... Ve, düşümüzü gerçekleştireceğimiz yıla giremeden ayrıldı aramızdan Onat Kutlar!.. İstanbul sinemalarıyla on yaşında tanıştım. Terzi Tuncay, dikiş tutturmak umuduyla, eşini ve iki çocuğunu alarak İstanbul'a gelmişti. Cumartesi günleri Selimiye Kışlası'na gidiyorduk artık... Hayır, hayır!.. Babamın tutuklandığını sanmayın. Selimiye Kışlası'nda bir sinema salonu vardı o yıllarda... Ve semtin çocukları, ters dönmüş bir bilardo masasına benzeyen tarihi yapıda filmler izliyordu. O sinema salonu sonradan "mahkeme salonu" yapılmak üzere kapatıldı. Birçok insan düşünce suçlusu olarak hakim karşısına çıkarıldı, duvarlarında bir zamanlar çocuk kahkahalarının yankılandığı dört duvar arasında... On yaşındaki Sunay Akın'ın film seyrettiği o eski sinema salonunda yargılananlardan biri de Yılmaz Güney'dir!.. Ve sinemamızın ustalarından Yılmaz Güney, Selimiye Kışlası'ndan yazdığı bir mektupta şöyle seslenir eşine: "Oğlumuz bıkıp usanmadan büyüyor, yürüyor, konuşuyor öyle mi? Resimlerinize bakıyorum; yüreğim bir coşkuyla doluyor. Beraber olacağımız güzel günleri düşünüyorum..."
ARKADAŞIM ÖMERCİK İstanbul'a taşındığımız ilk gün, kamyondan indirilen eşyalar eve taşınırken ayakaltında dolaşmamızı istemeyen annem, sokağa çıkmamızı istemişti. Benden daha girişken olan ağabeyim, bakkalın önünde, gazoz şişelerinin kasalarına oturan çocuklara doğru giderken, ben, hanımellerinin sarktığı bir duvara yaslanan bisiklete yönelmiştim... Ağustos güneşi ne de güzel parlıyordu zilinde!.. "Binmek ister misin?" Bu sesle irkildim aniden, elimi bisikletten çekip, bir suçlu gibi kızaran yüzümle geriye döndüğümde, bir filmin içinde sandım kendimi. Annemin, dizlerine oturtup, sarı saçlarını taramayı düşlediği ünlü çocuk yıldızı Ömercik, tam karşımda duruyordu. Ömer Dönmez ile başlayan dostluğumuz sürüp gidiyor o günden beri... Ve ben onu çok seviyorum, saçlarım siyah ve kıvırcık olmasına rağmen!.. Sahnede şarkı söyleyen annesinin çatallaşan sesine gülen, alay eden, yuhalayan insanların karşısına çıktığında beş yaşındaydı henüz. Az önce annesinin gözyaşlarıyla ayrılmak zorunda kaldığı sahnede şimdi o vardı!.. Orkestranın çaldığı "Jack Jones" şarkısını söylemeye başlayınca, sahne para yağmuruna tutuldu. Sahne amiri, paraları toplayıp kulise doğru giderken, paraları vermeyeceğini düşünen çocuk da telaş içinde arkasından koştu. Bu görüntü tüm salonu kahkahaya boğmuştu... Ve Charles Chaplin adlı çocuk, yıllar sonra şöyle anımsar o geceyi: "O gece benim ilk gecem olurken, annemin de son gecesiydi." Şarlo!.. Onat Kutlar ile Şarlo'nun filmlerini gösterecektik, Kız Kulesi'nin beyaz duvarında... Vapur düdükleri ve martı çığlıkları karışacaktı, tahta sandalyelerde oturan insanların kahkahalarına... Ne de güzel söylemişti Charles Chaplin: "Sesli film şiiri kopardı sinemadan.
|