Kürek kimin elinde?
Avrupa'ya evet peki ya Avrupa Birliği?
Hişşşt! Kürekler Konuşuyor
Fransa ihtilali döneminde, Paris'teki bir akıl hastanesinin başhekimi, 12 hastayı bağlandıkları zincirlerden kurtarır. Böylelikle, modern psikiyatri çağı da başlamış olur. Gazete sayfalarında, akıl hastası olan bir çocuğun anne ve babası tarafından zincirle bağlandığı haberi okusam, Bernard Shaw'un şu sözü gelir aklıma: "Dışarıdaki duvarları yıkmak kolay; önemli olan içerdeki duvarları yıkabilmektir." Sunay Akın'ın yolu ne zaman Paris'e düşse, Montmartre semtinin Orchampt Sokağı'na mutlaka uğrar. Bunun da nedeni, sokaktaki 75 numaralı binanın duvarıdır. Yooo, öyle "duvar" deyip de geçmeyin! Burasını 'taş üstünde taş' görünümünden uzaklaştıran bir heykeldir, ama, ne heykel!..
DUVARDAKİ GEÇİT Hayranı olduğum ve her gördüğümde beni heyecanlandıran bu heykel duvarın içinden çıkan bir adamı anlatmaktadır. Heykeltıraş Jean Marais'in imzasını taşıyan eser "Duvar Geçidi" adını taşıyor. Bu ad, Marcel Ayme'nin 1943'te yayınlanan bir kitabının kapağında da çıkar karşımıza. Zaten, Marais de Ayme'nin "Duvar Geçidi" kitabından etkilenerek böyle bir heykel yapmaya karar verir. Kitap, duvarı geçme numarasıyla ünlenen sihirbaz Dutilleul'nun hayatını içermektedir. Heykelin karşısından ayrılamayışımın nedeni, bir kitabın içinden çıkmış oluşudur! Marais'in heykelinin altında oturur ve düşünürüm; "Ne zaman benim ülkemde de, bir kitaptan etkilenerek yapılan heykel görebileceğiz?" 1860 yılına doğru, İstanbul'un kalburüstü kesiminde kışlık ve yazlık olmak üzere iki ayrı semtte yaşamak modası iyice yaygınlaşır. Yazlık olarak seçilen yer genellikle Boğaz kıyılarıdır. Hal böyle olunca, kürekleri Boğaz'ın serin sularına dalıp çıkan kayıkların sayısında bir artış görülür. Aynı yıllarda, Kırım Savaşı'nın getirdiği ekonomik yük, Padişah Abdülmecit'in Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere yeni kışla ve okul yapımına verdiği önem, İngiltere ve Fransa'nın kapısını çalmamıza neden olur. İşte, borç olarak alınan bu paralar, Fransa'nın İstanbul elçisi Marki de la Valette'in gönül fakirliliğini de ele verir. Ne mi yapar Fransız elçi? Ne olacak, kayığına iki çift kürek daha taktırarak çifte sayısını yediye yükseltir! Sakın ola ki, "Taktırsın, ne var bunda?" demeyin! Kayıklara öyle aklınıza estiği sayıda kürek taktıramazsınız. Elçilik kayıkları beş çifteden oluşur. Yedi çifteli kayık ise saraya ait anlamına gelmektedir. Oldu olacak, içinde padişahın olduğu bir saltanat kayığının Boğaz'dan geçişine de tanık olalım... Efendim, öncelikle Kız Kulesi'ndeki toplar ateşlenir; bu top sesleri, padişahın kayığıyla gezdiğini tüm İstanbullulara ve martılara duyurmak içindir. En önden altı büyük kayık gitmektedir; bunların amacı, arkadan gelenlere yol açmaktır. Evet, "arkadan gelenler" dedim! Padişahın içinde olduğu kayık gelene kadar, daha neler geçecektir önümüzden! Altı kayığın sağında ve solunda yer alan kayıklar Haseki Ağaları'nı taşımaktadır... Eğilin, eğilin!.. Geç kalmadan selam verin; bakın, görmüyor musunuz, köşk kısmında padişah sarığının oturduğu kayık geçiyor önümüzden; ama yalnızca sarık; altında padişah olmayan bir sarık!?. Sultanın sarığının taşımakla görevli kayığın ardından altı kayık daha gelmektedir. Bu kayıkların her birinde bir mabeyinci oturmaktadır. Altı ağa da sırtını kayığın burnuna dönmüş, küpeşteye bakarak yolculuk ediyorlar. Kolay mı, padişaha arkanı dönmek? Ve nihayet padişaha ait on üç çifteli iki saltanat kayığı!.. Neden mi iki tane? Birinde padişah otururken, öbüründe onun kılıcını taşımakla görevli silahtarağası yer alır. Ağa elbette padişahın oturduğu köşke oturmaz; orada tüm asaletiyle kılıç parıldamaktadır. Aman, bırakalım bu kayık muhabbetini. Merak edenler, Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'ni ziyaret etsin, saltanat kayıklarını orada görsün. Bu görkemli kayıklar arasında bir de küçük bir sandal sergilenmektedir; içine, zamanında küreklerini tek başına çeken adamın bir fotoğrafının konulduğu sade bir sandal. O fotoğraftaki adam ki, son padişah Vahdettin bir İngiliz gemisinin kayığına binip İstanbul'dan kaçarken, özgürlük rüzgarına yelken açmış Mustafa Kemal Atatürk'ten başkası değildir!
KÜREK KİMİN ELİNDE? Fransız elçisi Marki de la Valette, kayığıyla Boğaz sefasına çıktığında herkes onu kıyıdan selamlar. Ne de olsa bir saltanat kayığıdır geçmekte olan! Fransa'nın borç para vermekten vazgeçeceğinden korkan saray sesini yükseltemez Valette'e karşı. Bizim Paris'te başlayan yazımızın ortasına İstanbul Boğazı'nı almamızın nedeni, o yıllarda Paris elçiliği görevinde bulunan Ahmet Vefik Paşa'dır. Bu güzel insan, Valette'e misilleme olarak III. Napoleon'un beyaz renkli at arabasının aynısını yaptırır ve kent sokaklarında onunla gezmeye başlar. Arabayı gören Fransızlar, "Napelyon geçiyor" diyerek selamlarlar imparatorlarını. Tabii, bizim paşa da arabanın içinden "Nah Napelyon!" diyerek kıs kıs güler. Bu eylem Fransız Hükümeti'ni çok kızdırır ve İstanbul'dan arabanın kaldırılması istenir. Ahmet Vefik Paşa, Valette'in kayığını kaldırdığı gün, arabanın da kendiliğinden kalkacağını söyler. Bunun üzerine kayık bir daha yüzmemek üzere kıyıya çekilir, bizim paşa da arabasını siyaha boyatır. Akıl hastalarının bağlı olduğu zincirleri kıran Avrupa'ya elbette "Evet" demeliyiz; yazar Bernard Shaw'un, heykeltıraş Jean Marais'in Avrupası'na evet!.. Peki ya Avrupa Birliği?.. Bu soruya biz de bir soruyla karşılık verelim: Kürekler kimin elinde?" İstanbul Boğazı'nın sularına küreklerin dalıp çıkarken çıkardıkları sese kulak verdiniz mi hiç?.. Anlattıkları Ahmet Vefik Paşa'nın onurlu öyküsüdür.
Sunay Akın
|