Yeşilçam filmleri hiç eskimeyecek
Televizyon yokken en büyük keyif sinemaydı... Ne mutlu bize ki o yıllarda isim olmuşuz. Gençler hala o filmleri izliyor
Sinemaya başlayış sırasıyla Fatma Girik, Türkan Şoray, ben ve Hülya Koçyiğit ilk defa 2001'de Ankara'da Uçan Süpürge Kadın Festivali'nin açılış gecesi sahnede birlikte olduk. Oradakileri selamlamak üzere el ele tutuşup sahnenin önüne doğru yürürken herkes aynı anda ayağa fırlayıp bizi alkışlamaya başladı. Çok güzel bir duygu patlaması yaşadık seyircilerle. Otuz, kırk sene bizimle beraber büyümüş, aynı sıkıntılardan, aynı mutlu olaylardan etkilenmiş insanlar. Bir müddet televizyon da olmadığı için tek eğlence gibi olmuş. Seyrettikçe hayal kurup hayatlarını çoğaltmışlar. Çocuklarına isimlerimizi vermişler. Bugün çocuğumuz yaşta bir sürü adı Kartal, Cüneyt, Ediz veya Hülya, Türkan olan çeşitli işlerde çalışan kişiler, "Annem size hayranlığından böyle koymuş adımı" diyor. Meslek seçimini etkilemiş filmlerimiz. Bizleri beğenenlerin bize benzeyen sevgilileri, eşleri olmuş. Bugün mesela "Asmalı Konak", "Çemberimde Gül Oya" gibi çok beğenilen filmlerin yönetmeni Çağan Irmak o devrin oyuncularından etkilendiğini söylüyorsa veya Ferzan Özpetek gibi uluslararası yönetmen "Sinemayla ilgim seyrettiğim filmler ve oyuncularıyla başladı" diyorsa...
SİNEMANIN GÜCÜ BÜYÜKTÜ Ne mutlu bize ki o devirde isim olmuşuz. Laf aramızda ben bunu kendimden çok o zamanlar rekabetsiz bir etkileme aracı olan senede iki yüz film çevrilen, tapınılacak adamlar ve kadınların hikayelerini anlatan sinemanın gücünde ve star sisteminde görüyorum. Bugün bile çocukların beni tanıması, tam da o dönem filmlerinin her gün televizyonda gösterilmesinden kaynaklanıyor. Bir ara gençlerin ilgisi hele Amerika'da okuyan her türlü lüks imkanı varken Türk filmleri seyretmenin en büyük tiryakiliği olduğunu söyleyen ve "Filiz Akın'ın filmi olduğu zaman beni kimse evden çıkaramaz" diyen sanayici arkadaşımın kızı çok şaşırtıyordu. "Acaba bu gençler ağır dramlarla alay ederek mi eğleniyor ?" diye geçiriyordum içimden. Çünkü bizim gençliğimizde hele yabancı dil öğrenmek ufuk geliştiren, kendini ve dünyayı anlamaya yarayan bir imkan gibi görülmesi gerekirken yerli değerler küçümsenir, kendini bilmez bir çocukça şımarıklıkla Türk filmlerine gülmek için gidilirdi. Her kurum gibi onun da kendi sosyo-ekonomik aynası olduğunu anlayamazdı kolej talebeleri. Günümüz gençliği ise çok ciddi seyrediyor eski Türk filmlerini. Çünkü onları çeken büyük bir olgu var bu filmlerde. Kaybettiğimiz manevi duygular, henüz kaybolmamış romantizm... Bugün insanlık iki şeye tapıyor; para ve güç. Bir yanıyla insanlar onlardan daha zevkli, onlardan alınamayan aşkı eski Türk filmlerinde arıyor. Israrla seyrettikleri, çoğunluğu fotoroman tadındaki filmlerde fedakarlıklar, dostluk, arkadaş dayanışması, romantizmin en klişeleşmiş halini (Aşığın yağmur altında beklemesi, deniz kenarında koşmalar, ağaç altında sohbetler, İstanbul'un o dönemdeki yeşilliği, betonlaşmamış olması, tenhalığı) buluyorlar. Genç kızlar "Sevgilim arabasını durdurup sevdiğim çiçeği koparıp bana vermedi ki! Aramız bozuk diye yağmurda penceremin altında da beklemedi. Dalga geçtiğim de oluyor ama zevkle izliyorum hem de defalarca" diyor. (Söyledikleri tiryakilik gibi bir şey.) Geçen gece Bircan Usallı Sılan'ın hayatımızdan çok kim olduğumuzu, ne düşündüğümüzü anlatan "Dört Yapraklı Yonca"nın (kim olduğumuzu merak edenler okursanız hoşunuza gidebilir) Beyoğlu D&R mağazasında basın ve halka tanıtma programında ve Epsilon Yayınevi'nin yemeğinde bir aradaydık. Arkadaşlarım ben iyileştim diye durmadan sarıldılar, öptüler, okşadılar basından arkadaşlarım da öyle çok zarif bir şekilde geçmiş olsun deyip iltimas geçtiler ki! Dört saat sonunda yorgun, kuruluktan dili damağına yapışmış vaziyette mutluluktan ağzı kulaklarında eve döndüm.
|