|
|
|
|
Fırsat bulmuşum, yazmaz mıyım!
Ben yazmasam ne olur? Bir başka meslektaşım yazar ki bu da bana yeter de artar. Başka şıkka da gerek yok!.
Önce çok sevindim, gururlandım, şişindim, korktum, ürktüm, derin derin düşündüm. (Bu da Gülben Ergen'in televizyon tanıtımı gibi oldu ama n'apalım. Değişik bir insan olucam diye kendimi yıpratamam. Sonuçta neyi savunuyordum: İnsan duyguları ve üç aşağı beş yukarı bütün yaşananlar aynıdır iddiasındayız ya!) Bu arada bir insan evladının ne kadar çok duyguyu bir arada barındırdığına bir kez daha şahit oldum. Hayatınızda çok önemsediğiniz işleri yapmaya başlarken, en çok da şunu fark ediyorsunuz: Bu kararı aslında siz vermiyorsunuz; verdiriyorlar! Belki de bunun böyle olmasını özellikle istiyorsunuz. Çünkü bizler başarıyı hep kendimize mal ederiz. Olası bir başarısızlıkta "Ben zaten yapmak istemiyordum, beni falancagiller zorladı" kaçışı her zaman işe yarar. İyi bir teklif aldığınızda çevrenizdeki herkese sormaya başlıyorsunuz. "Bana teklif geldi yazı yazmam için..." Şunu da eklemeyi ihmal etmiyorsunuz tabii ki: "Çok önemli bir gazeteden ha!" Ve hemen fark ediyorsunuz ki bu danışmak ya da akıl almak değil! Bunun altında yatan duygular aslında çok daha farklı şeyler barındırıyor. Hemen daha şeffaf hale getirelim konuyu: a) Siz yeterince fark edebiliyor musunuz bilmem ama; ben çok yetenekli bir insanım. b) Hani olur da bana karşı en ufak saygısızca bir duygu besliyorsanız; ben çok önemli bir işe soyunuyorum ha! c) Hıh! Ben biliyordum günün birinde önemli bir yerlere geleceğimi. (Hak edilen yer de neresiyse? Hep merak ederim. Düşünsenize bir işe başlarken böyle sokak levhaları gibi işaretler olsa; 'hak edilen yere gider', 'hak edilen yere 1000 km.' En sonunda da 'hak edilen yer' levhası... Kapıda enteresan korumalar... İtişip kakışıp canhıraş içeri girsen ve hayatının sonuna kadar orada kalsan...) Her neyse yine beynim karman çorman çalışmaya başladı. Sonuçta en yakın arkadaşlarınızdan kuaförünüze, birlikte çalıştığınız insanlara, bunlarla yetinmeyip abartıp ilk defa arabasına bindiğiniz taksi şoförüne bile (bir şekilde yalandan sohbet açıp konuyu buraya getirebiliriz değil mi?) "Merak ediyorum şoför bey; bu kadar yoğunlukta gazete okuyabiliyor musunuz?" diye sorabiliyorsun.
"NE ALAKA ABLA!" Sorar sormaz da bir pişmanlık yaşıyorsunuz çünkü cevap çok net. Adam "Tabii ki okuyorum" diyecek. Bundan sonra lafı uzatıp da akraba olmanın bir anlamı yok. "Ben bir teklif aldım, gazetede yazsam iyi olur mu?" Yeniden bir pişmanlık sendromu; ne diyecek adam? "Yok abla sakın ha saçmalama! Bu seni çok etkiler, hayatın alt üst olur" ya da "Hiç senin tarzın değil abla, ne alaka mı" diyecek? Peki ben hiç tanımadığım bu insanlara bile niye soruyorum bu soruyu! Hadi bunu da didikleyelim: a) Salaklığımdan b) İyi niyet c) Hiç tanımadığım biri daha objektif olur d) Hala komplekslerimi gideremedim. e) Karışmayın kendi reklamımı kendim yapıyorum. Hesap ortada: Günde üç taksiye binsem, dört mağazaya girsem, dört tezgahtarla konuşsam; onlar da yakın akrabalara haber verse: en az 15 okuyucu. Okuma alışkanlığının düşük olduğu bir ülkede çok iyi bir sonuç bence! Neyse... Uzak yakın herkes ortak bir noktada buluşup 'süper', 'şahane' gazlarıyla yazmam konusunda hemfikir olurlar. Peki olmasalar ne olurdu? İki şık var: a) Ya yazarım b) Ya da yazmam Yok ya! Böyle bir fırsat bulmuşum yazmayacağım. Ben yazmazsam ne olur? a)Bir başka meslektaşım yazar ki bu bana yeter de artar! Başka bir şıkka da gerek yok. Çarşamba günü görüşmek üzere. Ve merhaba...
EMEL MÜFTÜOĞLU
|
|
|
|
|
|
|
|
|