Ahlak, ilkeler ve siyaset
Şu sıralarda tartışılan konuların ve bu konularda alınan siyasi tavırların hemen hepsinin bir ucu insanların ahlak anlayışına bağlanabilir. İster Fransız gazetecilerin kaçırılmasının ardından el-Ezher'inden el Cezire'sine kadar Arap dünyasının ve Müslüman otoritelerin devreye girmesine bakın, ister günahsız insanları kıtır kıtır kesenlere dilleri varıp katil diyemeyenlere, isterseniz de Türkiye'deki zina tartışmasına. Irak'ın işgalinden beri sivillere yönelik saldırılara ses çıkarmayan, Türk'ü, Nepalli'si, İtalyan'ı kafası kesilerek ya da kafasına kurşun sıkılarak öldürülürken kılı kıpırdamayan Arap dünyasının, Fransız gazeteciler adına hareketlenmesinde ciddi bir ahlâksızlık söz konusu. Bu vahşet, üstelik de Allah adına yapılırken bu cinayetleri televizyonda canlı yayınlayarak dine saygısızlık edenlerin, insanlık adına canilere ricacı olmaya başlamalarında insanın içini kaldıran bir sahtekarlık var. Bir ilkeyi yalnızca o ilke doğru olduğu için savunamayanlar bu nedenle hep ahlaken açmazda kalıyor. Bir dinin ve cemaatin mensubuna yapıldığında kınanan eylem, o cemaatin veya dinin mensubunca yapıldığında kınanmayınca ortaya yüzsüzlük ve ahlâksızlık çıkıyor. Özellikle şiddet ve şiddetin kullanımı konularında sık sık rastlanan bir durum bu. Yalnızca Arap veya İslam dünyasına özgü de değil. Şiddetten çok çeken İsrail toplumu, Filistinliler'e yönelik şiddetten geneli itibariyle büyük rahatsızlık duymuyor. Amerikalılar'ın çoğu Guantanamo'da olup bitenlere kayıtsız kalıp, can savaşı verdiklerini düşünüyorlar. Ancak bu toplumlarda laik ahlâk gereği, insan hakları adına kendilerinden olmayanlara yapılanları şiddetle kınayanlar, bu muhalefeti örgütleyenler var. Sayıları da küçümsenecek gibi değil. Kendisine yönelik şiddete karşı isyan eden Arap dünyasında ise başkasına yönelik şiddet konusunda dayanılmaz bir sessizlik hatta ferahlık duygusu yaşanıyor. Kuveytli bilim adamı Saad bin Tufle el Acemi'nin dünkü Radikal'de yayımlanan yazısında "herhangi bir İslam başkentinde Bin Ladin'in yaptıklarını kınayan tek bir gösteri yapıldı mı?" sorusunun arkasında da bu türden bir saptama bulunuyor herhalde. Kıskançlığın hakemi devlet Çok farklı bir konu olmasına rağmen Türkiye'yi iki haftadır kasıp kavuran zina konusunda da farklı ahlâk algılayışları, siyasi duruşlar çarpışıyor. Onun da ötesinde AKP'nin parti, Başbakan Erdoğan'ın ise birey olarak muhafazakâr demokratlıktan ne anladıkları ortaya çıkıyor. Daha doğrusu bu tanımlamada derinlemesine düşünülmüş, felsefi tartışması yapılmış herhangi bir şey olmadığı, bu tanımlamanın henüz bir kılıftan ibaret olduğu anlaşılıyor. Aslı Aydıntaşbaş'ın Perşembe günkü yazısında vurguladığı gibi bir muhafazakârın herhangi bir şekilde devletin bireylerin hayatını kontrol etme imkânlarını arttıracak bir duruşu savunmaması gerekir. Bu kadar temel bir ilkeyi bile benimseyemeyen AKP'nin muhafazakârlığı ise ancak cinsiyet meselesiyle ve kadının denetim altında tutulmasıyla sıkı sıkıya bağlı bir ahlak anlayışının içinde sıkışıp kalmış belli ki. Katolik Kilisesi ile iyi anlaşabileceğine şüphe yok. Eğer öyle olmasaydı AKP, Medeni Kanun içinde zaten tanımlanan ve nasıl çözümleneceği belirlenen zina yerine namus cinayeti kavramıyla uğraşırdı. Bu kavrama dayanarak işlenecek cinayetlere son vermenin yolunu arardı. Başbakan, haklarının korunmasıyla çok yakından ilgilendiği kadınların evde, işte sokakta ezilmelerinin önüne geçmenin yollarını arar, devleti kıskançlık davalarının hakemi rolüne çıkarmazdı.
|