Kelebeklerin dili
İspanya İç Savaşı'na kısa bir süre vardır. Küçük bir kasabada, gündüzlerini özgürlüğün, gecelerini cumhuriyetin halesiyle donatmış sıradan insanlar, yaşantılarını sürdürmektedirler.
Sekiz yaşındaki Moncho, okula başladığı gün, yaşlı öğretmeninden korkarak kaçar. Öğretmeni karşısında altına kaçırdığı için arkadaşları tarafından aşağılanmıştır çünkü... Fakat ertesi gün, öğretmeni küçük Moncho'yu kürsünün yanında oturtacak ve aralarında dostlukla pekişen bir ilişki başlayacaktır. Bahar gelince öğretmen sınıfını kırlara taşıyacak, Moncho'ya kuşların, bitkilerin, özellikle de kelebeklerin dilini öğretecektir.
Fakat bir süre sonra, Franko faşizmi ülkeyi kasıp kavurmaya başlayacak, Cumhuriyetçiler'in Barcelona'daki yenilgisinden sonra küçük kasabanın dingin yaşantısını da bozulmaya yüz tutacaktır. Halkın "Yaşasın cumhuriyet" bağırışları "Yaşasın İspanya" haykırışına dönüşecek ve faşizm küçük kasabayı da ablukaya alacaktır.
Şimdi sıra, Franko faşistlerinin Cumhuriyetçileri toplayarak imha etmesine gelmiştir. İmha edilecekler arasında kasabanın çocuklarını yıllar yılı okutan ve emeklilik töreninde kasaba halkına "Bu çocuklar bugün özgürlüğün tadına varamazsa siz hiçbir zaman özgür olamazsınız" diyen öğretmen de vardır.
Cumhuriyetçiler 'katiller', 'bozguncular' avazlarıyla bir kamyona bindirilirken bir ara küçük Moncho ile öğretmeni göz göze gelir. Fakat Moncho 'katil' olarak değil, öğretmeninin ona öğrettiği ve adı özgürlüğü çağrıştıran bir kuşun adıyla bağırmaktadır. Öğretmen, işte o an yıkılır ve film de biter.
Bayramın ikinci günü CNBC-e televizyonunda izlediğim Jose Luis Cuerda'nın "La Lengua de Las Mariposas" (Kelebeklerin Dili) filminin bu son sahnesi, Pir Sultan Abdal'ın dönemin egemeni Hızır Paşa'nın emriyle halk tarafından taşlanmasını çağrıştırdı. Pir Sultan da asılırken Hızır Paşa'dan buyruk çıkar, şairi taşlamayanlar cezalandırılacaktır. Bu yüzden herkes eline bir taş alıp atar. Fakat taşların hiçbiri de Pir Sultan'a değmez. Pir Sultan'ın tarikat arkadaşı Ali Baba da oradadır. Fakat taş atmaya eli varmaz bir türlü. Bir gülü gizlice Pir Sultan'a doğru fırlatır. Bunu gören şair şöyle diyecektir: Pir Sultan Abdal'ım can göğe ağmaz Hak'tan emrolmazsa irahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yaralar beni
İşte biri 21. yüzyılda geçen bir film, öteki bundan 400 yıl önce yaşanmış bir olay...
İkisinin de ortak özelliği, bir kuşun kanadında, bir gülün kokusunda gizli olarak dursa da dostun, dostluğun güzelliği değil mi?
SUPHİ NURİ İLERİ... Küçük kızkardeşim Mahmure'nin yirmi küsur yıllık eşi, canımın canı Esin'in babasıydı. Bayramın üçüncü günü, kendisinden başka hiç kimseye haber vermeden ayrıldı aramızdan, ardında 'Suphi Nuri İleri' adıyla yaşayacak anılarını bırakarak...
Ömrü, henüz ellili yaş merdiveninin ilk basamağında duruyordu. Büyüğüne saygı duydu, küçüğüne sevgiyi esirgemedi hiçbir zaman...
'Erguvanname' ve 'Güneşi İçmek Gözlerinde' adlı iki şiir kitabını imzasıyla mühürledi. Bedeni, Aşiyan'ı vatan tutan erguvanların kokusuna bırakıldı bir şiiriyle: mehtap bütün haşmetiyle üstünde boğazın havada erguvan kokusu ayışığının içinden geçen gemide yüreğim denizi seviyorum denizi seviyorum denizi seveceğim
Sevenlerinin anılarında yaşayacak bundan sonra da...
|