Hayatım, gözünü seveyim nedir bu?
Hani sanırsınız cumhurbaşkanına davet veriyorum. O kahvaltı sofrası için nasıl özendim anlatamam. Kalabalık bir grubuz. Mutfakta kan ter içinde çayları koymaya çalışıyordum ki...
Bu akşam sakın program yapma, birlikte yemeğe gideceğiz" dedi Gaye. Tam mızmızlanmaya başlamıştım ki ekledi "Dünyanın en ilginç insanlarıyla tanıştıracağım seni." Yıl 1998, bir kış gecesi Ankara'daki Mydonose restoranda oturduk. Orayı düşündükçe içim sızlıyor aslında. O ne güzel bir mekandı öyle, girişteki metal dilek ağacı, dev bir cam perdenin arkasından gözüken mutfağı, çelik salonu, pırıltılı perdeleri...
O gece masamızda İtalyan bir çift vardı. İsimleri Alessi. İtalya'nın küçük bir kasabasında yaşıyorlardı. Bir sürü çocuk, köpek, kedi, at, tavukla birlikte. Bütün gece karşımda duran bu insanların gerçekten tasarım dünyasının dev şirketi Alessi'nin sahipleri olup olmadığını sordum durdum kendime. Bir adam düşünün uzun boylu, esmer, yanık tenli, ince yüzlü, son modaya göre giyinmiş, müthiş kibar ve centilmen...
Bir kadın düşünün buğulu bir güzelliği olan, hani Marlene Dietrich misali... Alessio Alessi ve karısı bütün gece hayatlarının sadeliğinden bahsettiler. Bir ara Gaye ile tuvalette buluştuk. "Bütün gece adam kadının elini bırakmadı yani, bu nasıl bir aşk, böyle yıllarca devam eden?" diye sordum. "Bilmiyorum" diye yanıtladı arkadaşım. "İçimden tasarım konuşasım gelmiyor, mutluluklarının formülünü sormayı istiyorum aslında." (Gaye'yi pazar günü tasarım yazılarından tanırsınız. Yaklaşık 2 yıldır onun sayesinde, tasarımcıların isimlerini öğrendik, tarzlarını anladık.) Gerçekten de o gece hiç tasarım konuşulmadı. Masamızdaki Alessi marka tuzluk-biberlik ve kül tablasına rağmen...
O gün bu gündür tasarım ürünlerine bayılıyorum. Bütün çılgınlıklarını, uç fikirlerini, yarattıklarını seviyorum. Sevdikçe öğreniyorum öğrendikçe daha çok seviyorum. Artık yurtdışında yeni bir ülkeye gittiğimde modern sanat müzelerini falan geziyorum, bakar mısınız? Tabii ki Gaye'nin bu yoldaki rolü tartışılmaz.
*** Geçtiğimiz hafta TİM'e gittim. Kısaltmalardan nefret edenler için hemen yazıyorum: TİM'in açılımı Türkiye İhracatçılar Meclisi. Yani ben bile inanmazdım TİM'in bu köşeye konu olacağına. Giderken de aynı hisler içerisindeydim, acaba Türkiye'nin İhracat politikasını mı anlatacaklar, ekonomi servisini çağırsalar olmaz mıydı? Olmazmış. Buradan kabul ediyorum Emre Alkin ile tanışınca önyargılı düşüncelerimden utandım.
Alkin son derece enerjik, girişimci bir yönetici. Bir dakika durmuyor, sürekli üretiyor. Kendi üretmese başkalarının ürettiklerine destek veriyor. Binanın zemin katında kendi deyimleriyle tasarımla tasarımcıyı buluşturan bir sergi açmışlar. Bir bölümde moda tasarımcılarının yaptıkları yer alıyor. Arzu Kaprol, Atıl Kutoğlu, Dice Kayek, Evrim Timur, Hakan Yıldırım, Hüseyin Çağlayan, İdil Tarzi, Özlem Süer, Ümit Ünal'ın koleksiyonlarından örnekler var. (Fotoğraf olarak Arzu Kaprol'ün tasarımlarını kullandım, küçük bir arkadaş desteği işte, darılmaca yok!) Bu isimleri yakından tanıyıp biliyorsunuz zaten.
Serginin asıl ilginç tarafı üniversitelerin çalışmaları. Örneğin ODTÜ'nün benzin istasyonu projesi, Marmara Üniversitesi'nin değişik telefonu, Mimar Sinan Üniversitesi'nin ise ayakkabı tasarımı gerçekten de görülmeye değer. Zaten bir çoğu çeşitli yarışmalarda ödülleri toplamış. İnsanın sergiyi gezdikçe "Vay be bizim de tasarımcılarımız varmış, hem de hiçbirini Avrupa'dakilerden farkı yok" diyesi geliyor. Diyorsunuz da... Bizimkilerin tek eksikleri yurtdışında olduğu kadar destek görmemeleri. İşte bu yüzden TİM'in öncülüğündeki bu sergi bence büyük bir adım.
*** Sevgililer Günü'nün sabahı evde mükellef bir kahvaltı sofrası hazırladım. Kalabalık bir gruptuk. Bir gece önce eğlenilmiş. Sabah saat 04.00'a kadar sessiz sinema oynanmış, içilmiş, edilmiş, yatılmış. Nasıl özendim anlatamam, sanırsınız ki cumhurbaşkanına davet veriyorum. İnsan kırk yılda bir evde olup kahvaltı edince böyle ne oldum delisi oluyor tabii. Bıçağından tabağına, tuzluğundan meyve suyu sürahisine kadar her şey tamamdı. Hemen ortaya da bir zeytin tabağı koydum. Zeytin tabağım hoş bir tasarıma sahip. Yeşil, upuzun, yan yana bütün zeytinleri diziyorsunuz. Öyle güzel gözüküyor ki anlatamam. Ben kan ter içinde mutfakta çayları koymaya çalışırken içerden bir ses duydum. "İyi de ağabey zeytin nerede?" Gülümsedim tabii, "Şimdi bulurlar!" Buldular. Hatta kocam buldu. Diyaloğu hiç abartmadan olduğu gibi size aktarıyorum. -Hayatım gözünü seveyim bu ne? -Zeytin tabağı ne hoş değil mi, zeytinleri yan yana diziyorsun! -Hayatım bu tabakta kaç tane zeytin var? -İki, dört, altı..... 20 civarı galiba. -Hayatım biz kaç kişiyiz? -Altı -Yani adam başı üç tane zeytin düşüyor, son iki tanesi için de savaş çıkaracağız herhalde. -Ne alakası var canım, bitince tekrar dizerim. -Allah sana akıl fikir versin, çukur bir kapta yesek zeytini olmuyor mu? Hani bu sabah şu tasarım sevdamızdan uzaklaşsak da rahat rahat zeytin yesek? -Eğitim şart! (Bunu tabii ki söylemedim)
Not: Yazının içindeki sessiz sinema bölümünü atladım zannetmeyin. O tabii ki ayrı bir yazı konusu, yarına...
|