Kapıdaki yumurta
Şu sıralarda ülkede yaşanan kafa karışıklığının da, iktidar mücadelesindeki sertleşmenin de ardında çok önce yapılması gereken bir işin kendini iyice dayatmış olması var. Özetle söylemek gerekirse yeniden yapılanan bir dünyada dış politika ile iç politika arasındaki neredeyse simetrik ilişkilerin göz ardı edilmesi artık mümkün değil.
Ne eski tür dış politika yaklaşımlarıyla Türkiye demokratikleşmesini tamamlayabilir, ne de Türkiye'nin demokatikleşmesi eski tür dış politika anlayış ve yaklaşımlarını taşıyabilir.
Türkiye, Sovyetler değil Soğuk Savaş'ın bitmesiyle Türkiye'nin çizeceği yönle ilgili tartışmayı bu ülkedeki yönetici seçkinler uzun bir süre ertelemeyi başardı.
Bu ertelemenin temelinde, varolan iktidar yapısını koruma kaygısı mutlaka vardı. Duvarın yıkılması ve ardından Sovyetler Birliği'nin de çökmesiyle Türkiye'nin önüne gelen değişme gereksinimi bir tehdit olarak algılandı. Direniş başladı.
AB'nin o tarihlerdeki Türkiye'yi dışlayıcı tavrının da bu direnişin güçlenmesine katkısı oldu. Körfez Savaşı'ndan sonra PKK eylemlerinin istim kazanmasıyla, terörün bölücü bir siyasetin aracı olarak giderek etkinleşmesiyle korku bir toplumsal beka kaygısına bağlandı. Bu sayede/ yüzden Türkiye ekonomide olduğu gibi siyasette de on yılını verimsizce tüketti. O günlerde son on beş yılın en önemli iki olayı sayılması gereken İran devrimini ve Sovyetler Birliği'ndeki Gorbaçov reformlarının önemini Türkiye'deki seçkinler kavradı. Ancak bunlardan yanlış sonuçlar çıkardılar.
İran devrimini yalnızca ideolojik boyutuyla algılayıp, ideolojik olarak değerlendirdiler. Bunun altındaki toplumsal, ekonomik ve siyasal dalgalanmaları görmediler, ya da görmek istemediler. Bundan farklı ancak gene de koşut sayılacak şekilde Gorbaçov devrimi de Türkiye'de sistemin liberal bir yönde yeniden yapılandırılmasının yaratacağı tehlike perspektifinden değerlendirildi. Türkiye'nin çok benzer yönü bulunsa bile Sovyetler Birliği olmadığı, reforma çok daha açık bir yapının ülkedeki varlığı inkar edildi. Reform süreçlerinin riskler içerdiği, İran devriminin ardından özellikle Türkiye'nin etrafında bir yükselen İslamcı akımlar dalgası olduğu doğruydu.
Ama henüz ne gücünü, ne de meşruiyetini yitirmiş bir açık sistem bunlarla pekala başa çıkabilirdi. Bu arada patlayan Yugoslavya krizi de parçalanma dinamikleri nedeniyle korkuları pekiştirdi ve değişime destek verebilecekleri çekingenleştirdi. Turgut Özal 1989 yılının anlamını diğer siyasi aktörlerden daha iyi kavramıştı. En büyük farkı da bunun yarattığı meydan okumanın daralma veya içe kapanmayla değil açılarak daha rahat aşılabileceğini görmesiydi. Kendi sicilinin eksileri, gerekse hükümeti kaybeden partisinin içinde de iktidarı kaybetmesi elini çok zayıflattı.
Türk demokrasisinin zaafı Tarihin hükmünden ve toplumsal dönüşümün dayattıklarından ilelebet kaçınılamadığı için de Türk siyasi sınıfı kendisini tüketti, topluca intihar etti ve deneyimsiz bir kadro işbaşına geldi.
28 Şubat sillesini de yemiş olmanın getirdiği olgunlukla AKP'nin arka planını oluşturan siyasi kadrolar o güne dek pek yakın durmadıkları pozisyonlara yakınlaştı. AB süreci ve buna verilen toplumsal destek ellerini güçlendirdi, önlerini açtı.
Fuat Keyman'ın geçen hafta Radikal 2'deki CHP'yle ilgili yazısında da belirttiği gibi 3 Kasım seçimleriyle "Türkiye'nin geleceğinin devletmerkezci siyaset anlayışında değil, demokratikleşmede aranması gerekliliği, hem AKP'ye, hem de CHP'ye tarih ve değişim tarafından söylenmiş oldu." Ancak gene Keyman'ın vurguladığı gibi, CHP kafasına vurulanı anlamadı. Anlamamayı da sürdürüyor. Bu durum ise şu sıralarda Türk demokrasisinin en kritik zaafını oluşturuyor.
|