| |
|
|
Yaşlanmak, beden değil bir beyin meselesidir!
Geçenlerde Hakkı Devrim'i aradım telefonla.. Teşekkür etmek için aradım. Özetle dedim ki: - Hakkı Bey.. İnsanlar yaşlandıkça tutucu olurlar. Gençliklerinde hoş gördükleri, kendilerinin de benimsedikleri düşünce ve davranışları, yaşlanınca kınarlar. Yani olan her şeye kızarlar.. Nerede o eski kavunlar, karpuzlar diye söylenmeye başlarlar. Hakkı Devrim sessizce dinliyordu söylediklerimi. Sonunda cümlelerimi neticeye bağladım. - Size teşekkür ediyorum. Yeni olana tepki göstermek yerine onu anlamak için çaba gösteriyorsunuz. Değişimi reddetmek yerine, değişimi dünün gerçekleri ile birlikte yorumluyorsunuz. Benim de yaşım ilerlemeye devam ettiği için, sizin yaklaşımınız, bana da cesaret veriyor. Hakkı Devrim için düşündüklerimin benzerini, Çetin Altan için de söyleyebilirim. Zaten her gördüğümde söylüyorum bunları kendisine. Bu söylediklerimin ne ideolojik, ne de siyasal bir boyutu var. Sadece, "yaşlanmak" denilen kaçınılmaz olgunun, bedenden çok bir beyin meselesi olduğunu vurgulamak istiyorum. Genç ve güzel olduğu dönemlerde aşk ve seks skandalleri ile tanınmış, 1960'ların, 1970'lerin magazin medyasında vazgeçilmez malzeme olmuş bir kadın sanatçıyı, geçenlerde televizyonlardan birinde, sohbet edilirken izlemiştim. Yeni kuşak yıldızlar için neler söylüyor, ne ağır suçlamalar seslendiriyordu. Efendim, onların zamanında, sahneye çıkanlar özel hayatlarına çok dikkat ederlermiş.. Kimse, beraber oldukları erkekleri bilmezmiş.. Dizlerini göstermemek için, uzun etek giyerlermiş. Evliyken başka birine aşık olan Pınar Altuğ'u eleştirenlere karşı, birkaç hafta önce Aykut Işıklar, toplumun idolleştirdiği ünlü ve yerleşik yıldızların hayatlarını hatırlatmıştı. Yaşam böyle bir şey. Şimdi adını hatırlamadığım bir antik Yunan filozofunun, milattan üç yüz yıl önce yazdığı bir gençlik eleştirisini okumuştum.. Diyordu ki bundan 2300 yıl önce: - Şimdiki gençler çok saygısız. Biz gençliğimizde büyüklerin sözünü dinler, onlar odaya girince ayağa kalkardık. Şimdiki gençler ise, lafa karışıyorlar, söz dinlemiyorlar. Bütün bunları düşününce, dünü anlamak ama yarına dönük yaşamak, daha doğru geliyor bana. Keşke 100 yıl sonra doğsaydım ve daha ileri yarınları da yaşayabilseydim. Örneğin "10'uncu Yıl Marşı"nın, 1933'te söylenişinde heyecan duymayı anlıyorum. Ama bugün aynı marştaki "Yurdu demir ağlarla ördük" söylemini dinlerken, "Neden 2003'te hala İstanbul-Ankara arasında hızlı tren yok" diye düşünüyorum. Erzurum'un Münih, İstanbul'un Paris, Ankara'nın Londra ile aynı yaşam düzeyine sahip olduğu bir Avrupa Birliği üyesi Türkiye'yi amaçlamak, bana heyecan veriyor. "Onlar nasıl olsa bizi almaz" demek ve sonunda Kanuni ile Fatih'e takılıp, övünmek, bana heyecan vermiyor. Bunun gibi 21'inci yüzyıl dünyasında fetih ve ganimet kavramlarını savunmanın, anakronizme saplanmaktan başka işe yaramadığını düşünüyorum. Bu yüzden Rauf Denktaş, 1974'ün ruh haleti içinde "Rumlar"la başlayan cümleler kurarken, ben 1 Mayıs 2004'ten önce Türkler'in ve Rumlar'ın, Annan Planı zemininde masaya oturmalarını, daha gerçekçi buluyorum. Başı örtülü kadınları da, podyumda kaza (!) ile göğsü açılan mankenleri de, Türkiye ebrusunun renkleri olarak görüyorum. Çetin Altan'lar, Hakkı Devrim'ler, "yaşlanmak" kavramının beyinle ilgili olmadığını kanıtladıkları için, onları keyifle okuyorum.
|