Tanımadığımızı tanıyınca, tanıdığımız...
Ben de şaşırdım ama o daha fazla şaşırmıştı. Ne de olsa yıllarını devletin dış politikasını temsille geçirmiş, bir dönem o politikayı bakan olarak da izlemiş ve yönetmişti. Muhatabını da neredeyse "kırk yıldır" tanıyordu: Sonunda, "resmen" bunu söylemesi, bu noktaya gelmesi nasıl yorumlanmalıydı?
***
İlter Türkmen, Mehmet Ali Birand'ın 32. Gün programı için Rauf Denktaş ile yaptığı söyleşiden böyle bir hayretle ayrılmıştı. Geçen akşam Galatasaray Lisesi'nde 50 yıllık mezunların onuruna verilen yemekte karşılaştığımızda, heyecanla, Denktaş'ın "Türkiye, Rum devletini tanısın" deyişini aktardı. Adeta "Bu ne iş?" diyordu. KKTC'yi zaten tanıyan, zaten dünyada tanıyan tek devlet olan Türkiye, onu tanıdığı için tanımadığı "öteki devlet"i tanıyacaktı! Şimdi bu garip noktadan itibaren ortadaki tuhaf durumu anlama çabası gösterebiliriz.
***
Bundan 43 yıl önce iki toplumlu tek devlet olarak bağımsızlaşan Kıbrıs Cumhuriyeti, sonradan bildiğimiz acılı, sancılı, kanlı tarih sürecinde çok çabuk yarılmıştı. O zamanki ve hemen sonrasındaki uluslararası anlayış, nüfusun Türk tarafını da temsil etmeyen bir Kıbrıs yönetiminin tanınamayacağı yönündeydi. Hikaye hem sabit yavaşlıkta, hem çok hızlı aktı. Öyle bir noktaya gelindi ki, dünya "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak Türkler'i hiç temsil etmeyen Rum yönetimini, onu tanımayan Türkiye ise dünyanın tanımadığı KKTC'yi tanır oldu. Dünya işleri fıkradaki "Ben de seni tanımayrım" gibi yürüseydi, mesele olmazdı ama... Biz, tanımadığımız için "Rum Kesimi" derken, "kesim" Avrupa Birliği adayı bir devlet olmuştu bile. Tabii ki bunda bir ikiyüzlülük vardı: Henüz, Annan Planı da dahil, kırk yıldır uzlaşılmamış olsa da, yeni hiçbir uzlaşma ihtimalinin sonucu alınmadan, Ada halkının bir kesimini temsil etmeyen bir yönetim, Kıbrıs'ın hükümran devleti olarak kabul görüyordu. Görülmekle kalmıyor, AB trenine de bindiriliyordu. Türkler'e ise, "Atlayın vagona" deniliyordu.
***
Kabul ama... Hadi trene binilmeyecekti de, arkasından nasıl el sallanacaktı? Belli ki... tarihi deneyimler, güvensizlikler, eşitsizlik riskleri, korkular, kuşkular filan... Denktaş, "Tanınmasın, küçük olsun ama bizim (benim) olsun" görüşünü, bunu ebedi-fiili bir arzuya dönüştürecek denli geliştirmişti. O istese de istemese de, AB'yi tanıdığı sürece, Türkiye artık AB üyesi olan "Türk'süz Kıbrıs"ı tanımak zorundaydı zaten. Tanımak bir yana, o "Rum Kesimi" ile bir devlet olarak gümrük birliği ile de bağlanacak, AB adaylığı yolunda onunla da muhatap olacaktı. Kıbrıs Türkleri'ne ise, tanınmayan devletlerinden alamadıkları pasaportu, artık Türkiye'nin bile tanıdığı, Rumlar'ın yönetimindeki "Kıbrıs Cumhuriyeti" nden alıp "Kıbrıs ve AB vatandaşı" olarak dünyaya kenarından karışabilmek kalıyordu.
***
İlter Bey, çok şaşırmasına rağmen, şunu henüz merak etmemişti: Allah geçinden versin, Denktaş, muhtemel bir vasiyetinde, Kuzey Kıbrıs'ı miras olarak kime bırakacağını da düşünmüş müydü?
|