"Hindiba!" diye bağıran, hayatında hindiba görmediği gibi, hayvan mı, meyve mi, ot mu olduğunu bilmeyen, cesur cahillerimiz bile var.
En sonunda DJ'lik yapan bir arkadaşımız, aldı, evirdi, çevirdi, burnuna götürdü ve: "Pizza!" dedi. "Pizza gibi kokuyor. Pizzanın içine koydukları baharat karışımının hammaddesi!". Böyle bilimsel bir yaklaşımı hepimiz takdir etmek üzereyken, bitkiyi bayram tatiline gittiği Kekova'dan toplamış olan doğasever dostumuz patladı:
"Kekik be, kekik! İnsaf."
Kekik? Bizim bildiğimiz kekik, kuru, sert, kıtır, gri bir şeydir. Bunun gibi ot kokmaz. Kekik böyle mi olur yahu?
Evet, tazesi öyle olurmuş. Biz o yeşil yaprakların kurutulup, ufalanmış halini biliyormuşuz.
Alın size tam bir metropol manzarası.
Şehirde doğup büyüdüyseniz, size, taze süt yağlı, doğal zeytinyağı acı gelir. Hormonsuz meyvelerin kokularını önce kokulu silgilerden, büyüyünce de parfümlerden bilirsiniz.
Ülkede en çok yetişen kokulu ot da, birdenbire "pizza bitkisi" oluverir!
Başka kokular vardır hayatınızda: Egzos kokusu, benzin kokusu, plastik kokusu, boya kokusu, teksir kağıdı mürekkebi kokusu, yanmış lastik kokusu, yeni araba kokusu...
Bayramda Antalya'daydık. Şu meşhur Gloria Golf Oteli'nde...
Bu köşenin devamlı müşterisi olanlar sporla ilgili düşüncelerimi biliyorlardır. Onun için golf molf oynamadım.
Ancak, aynı otelin müthiş bir "spa"sı var. Meraklısı olmayanlar için anlatayım: Spa, hem sağlığınızı, hem güzelliğinizi arttıran, çeşit çeşit bakımlar, türlü türlü masajlar yaptırabildiğiniz, şifalı havuzlarda yüzebildiğiniz, kaplıcanın pek lüks türüne deniyor.
Bir ay boyunca haftada yedi gün çalışmanın perişanlığıyla, o spa'ya bir girdim, bir daha çıkamadım.
Ne golf sahalarında yürüdüm, ne organik tarım yapan domates seralarını gezdim, ne deniz kıyısına indim...
Ve bayram bitti!
Büyük kentler bize ne yapıyor?
Dışarı çıkıp iyot kokulu serin rüzgar, dik dik bakan güneş ışığı eşliğinde, belki biraz çamurlu veya tozlu, engebeli yollarda, ıhlaya pıhlaya yürümek yerine, içeride, tam vücut ısımıza göre ayarlanmış havuzun içinde, parfüm kokan hava ve dozunda ışıklandırılmış mekanlarda kalmak daha mı cazip geldi?
Bu, evrimin bir parçası mı?
Asfalt yollar, asansörlü, ısısı ayarlanmış evler, hazır yiyecekler, otomobiller, internet, yalan dünya mı, yoksa gerçeğin ta kendisi mi?
Doğa, sadece ihtiyacımız olan su, hava ve ışığı sağladığı için seviyor gibi görünmeye çalıştığımız, romantikleştirmeye uğraştığımız cansıkıcı bir şey mi?
Bunların üçünü, ve belki başka hayati kaynakları, suni olarak imal edebiliyor olsaydık, doğaya bu kadar yalakalık yapar mıydık?
Akbabalara, yılanlara, akreplere, dikenli otlara, dondurucu soğuklara, kasırgaya, yakıcı güneşe, kum fırtınalarına, depreme, toprak denen, savrulunca ortalığı mahveden, kahverengi toz yığınına niye ihtiyacımız olsun ki o zaman?
Şelale manzarasını, evimizdeki, yeni çıkan, üç boyutlu televizyonlardan görebiliyorsak, sorarım size, o manzaranın gerçeği mi daha makbul, televizyondaki, daha renkli ve istediğiniz zaman hazır görüntüsü mü?
Laf aramızda, kuru kekik de, tazesinden güzel kokuyor!
Olay "tamamen duygusal" mı?
Aslında tabiatla iğrenç, sahte bir çıkar ilişkimiz mi var?
Yağmur ormanlarının her saniye azalmasına niye üzülüyoruz?
Ucu bize dokunacak da ondan. O ormanlar bitince biz de biteceğiz.
Yoksa kime ne o ağaçlardan, ismini bile bilmediğimiz hayvanlardan...
Çevreciler beni mahvedecek!
Halbuki bilmiyorlar ki aslında onların tarafındayım...
Avro yapma bana yahu!
Üç sene önceydi. Kriz evveli refah günleri. Her şeyin fiyatı dolar üzerinden. Koltuk kaplatmak için kumaş alacağım. Fiyat sordum.
Satış elemanı çok tecrübeli. Hani şu sattığı ne olursa olsun, (ayakkabı, elektrikli diş fırçası, kurşunkalem, ucuz viski) bir tarafını sağ elle yukarıda, bir tarafını sol elle aşağıda, sanat eseri gibi tutup gösterenlerden.
"Metresi 18 öro!" dedi!
"Öro mu? Yapma yahu?" diye, hem sinirlenip, hem gülerek kendimi dışarı attım.
Şimdi bu yeni paraya alışmaya çalışıyoruz. Her seferinde soruyorum, "Parite kaçtı"; "Dolar mı daha değerli, bu mu?" diye...
Asıl problem "Euro"nun isminde. Kimisi "yüro" diyor, kimisi "yuuro", bazısı "öro"...
Halbuki doğrusu başkaymış.
Türk Dil Kurumu'nun, 21 Mayıs 1998 tarihli kararına göre, "Euro", Türkçe'ye "Avro" şeklinde geçmiş!
Avro! Rumca kökenli, argo bir kelime gibi gelmiyor mu size de?
"Avro yapma bana kardeşim!" veya "Alırım avronu aşşaa!" denilecek sanki...
Ve "Euro" cinsinden fiyat söyleyen bütün satıcılara cuk oturacak!
Diziler için sihirli formül
Televizyon işlerine giriyoruz ya. Baktım ki, terminolojiyi öğrenmek lazım. Çünkü "PT3'de iyi olur, AB seyreder, salı akşamı totalde 9 çıkmışız" gibi Japonca laflar ediyorlar, kafa sallayıp duruyorum.
Meğer PT, prime time, yani en civcivli saatler demekmiş. PT3 de 23.00 sularına tekabül ediyor.
AB ise, sosyo ekonomik açıdan en yüksek A grubuyla, onun bir altı, orta halli B'lerin birleşiminden oluşan halk!
Rating denen şeyi sormayın, hala çözmeye çalışıyorum.
Ama daha enteresan ipuçları öğrendim.
Mesela televizyon dizilerinde, kekin içine kabartma tozu koymak gibi, başarı ihtimalini illa ki yükselten, rating almama riskini azaltan bir formül olduğunu biliyor muydunuz?
Orhan Pamuk'un, bir romanın iyi olması için sahip olması gereken dört unsuru (asil bir aile, seks, gizem, din ögesi) Temel'e anlattığı fıkrayı bilirsiniz...
Bu da onun gibi. Bir dizinin tutması için:
-Sert, ama sempatik bir baba karakteri
-Biraz sorunlu ve duygusal bir genç kız ya da oğul
-Bir adet kötü veya hayatın kötüleştirdiği kadın
-Bir çift, nedense kavuşamayan aşık
olması gerekiyormuş.
Dizi nerede geçerse geçsin, konu ne olursa olsun, bunlar şartmış!
Seyrettiğiniz dizileri bir düşünün bakalım...