Dün yazdığım nüfus artışı konusunu bugün de sürdürmemi anlayışla karşılarsınız umarım; çünkü çok önemli.
İstediğiniz dünya kentini alın; nüfusunu elli yılda on misline çıkarın; bakın neler oluyor!
Yunanistan kültür bakanı bir sohbetimizde, Türkiye'nin ekonomik yapısını ve krizlere nasıl dayandığını anlamak için hükümette epey konuştuklarını anlatmıştı.
Vardıkları sonuç şöyleydi: Büyük ve esnek bir ekonomi olduğu için bu kadar dayanıklı.
Dışarıdan bakınca söyledikleri doğru; bu kadar yoğun bir nüfusun az da olsa yarattığı artı değer, toplanınca bir büyüklük ifade ediyor.
Nitelik değil, nicelik büyüklüğü bu.
Fert başına 10 bin dolar geliri olan 10 milyonluk bir ülkenin GSMH'si 100 milyar dolar ediyor.
Türkiye krizden önce bunun iki misliydi; hem de kayıt dışı dahil edilmeden.
Ama bu büyüklük, ya da bir zamanlar sahip olduğumuz, satın alma paritesi bakımından dünyanın 16. büyük ekonomisi unvanı, yurt içindeki sorunları çözmeye yetmiyor.
Büyük başın, büyük derdi olur.
67 milyon kişinin derdi de büyük oluyor işte.
Hem de gelir dağılımının aşırı derecede adaletsiz olduğu ve eğitim, sağlık, altyapı eksiklikleri bulunan bir ülkede.
Kısacası Türkiye dış dünya nazarındaki görece büyüklüğünü, içeride büyük kitlelerin ezilmesi, yaşamaktan bezmesi ve inim inim inlemesi sayesinde koruyabiliyor.
Böyle bir toplumda kaynak az ve paylaşmak isteyen kişi çok olur: Bu da sosyal patlama tehlikesi demek.
İşte bu durum Türkiye'de yıllardır sürüp giden insan hakları ihlallerini, memurlara ve öğrencilere inen polis coplarını, işkenceleri ve Kopenhag Kriterlerine uymama ısrarını doğuruyor.
İnsanlar sürekli baskı altında tutulmalı, ortaya çıkanın başı ezilmeli; çünkü ekmek küçük, nüfus fazla.