kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
5 Nisan 2009, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Emlak Buzz
 
24 Saat
24 Saat
Campino, Palermo’da Yüzleºme’nin baºrolünde.

"Ölüm top sakallı bir adamdı"

YEŞİM TABAK
04.04.2009
Güzel Alsın Canımı (1983) adlı 'çöp video filmi' klasiğinde, bir yazıhanede bekleşen birkaç adam, "Bütün ihaleleri Hakkı Bulut alıyor," diye habire hayıflanır. Ne ihalesinden bahsettikleri asla tam olarak belli değildir, ama bunu mesele etmeye devam ederler: "İhaleyi yine Hakkı Bulut kazandı!" Ali Özgentürk'ün yeni filmi Yengeç Oyunu'nda, aynen bu muğlaklıkta bir 'araştırma' ve 'belge' meselesi var. "Belgeleri aldık", "Belgeleri saklıyorlar", "Belgeler çalındı"... Belgelerde ne olduğu, araştırmanın nasıl ilerlediği; bunlar Hollywood mahkeme filmlerini düşünerek hayal etmemiz gereken detaylar. Yengeç Oyunu'nun senaryosu böyle fuzuli verilerle ilgilenmiyor. Ben de fazla detaya girmeyeyim; sonuçta Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nde, her seferinde "Evet çocuklar nerede kalmıştık?" diye başladığı tarih dersleri veren Asya (Ayça İnci) ve öğrencileri, mahallenin namusu ve namussuzlarla alakalı, çok eski bir cinayet davasını araştırıp duruyorlar. Evlilik dışı çocuğu doğurma hakkı, kızının okumasını istemeyen baba gibi başka konuları da işin içine katarak, Yengeç Oyunu "kadına zulme hayır" demek istiyor; oradan da "hayat her şeye ve özellikle kalleşlere rağmen güzeldir," gibi bir mesaja doğru ilerliyor. Üniversiteli gençler konusunda gofret reklamları, diyalog ve mizansenlerde 'Gerçek Kesit' filmleri, Asya ve sınıfının kurduğu 'sembolik mahkeme'de ortaokulda izlediğimiz anma töreni piyesleri, filmin olası ilham kaynakları.

BIRAK BU ALMANLIKLARI

Wim Wenders Palermo'da Yüzleşme'de, en azından, kullandığı görüntü ve müzik estetiğiyle, bir sinema filminin zevkini çıkarmamıza izin veriyor ama diyalogları ve hikâyesiyle, akranı Ali Özgentürk'ü aratmıyor. Bu 'ıssız Alman adam' filminde, 80'ler yadigârı punk grubu Die Toten Hosen'ın solisti Campino, ruhu kaçmış moda fotoğrafçısı Finn rolünde. Finn, fire vermeyen 'tastamam cool'luğu, kontrollü biçimde dağınık saç modeli, minimal tasarımlı giysileri, minimal ev dekoru ve maksimum profesyonelliğiyle, tam bir Alman beyefendisi. Üstelik refahı ve nizamıyla beş yıldızlı bir şehrin maketi gibi görünen Düsseldorf'ta yaşıyor. Haliyle Wenders onu bu Almanlıktan biraz olsun kurtarmak için İtalya'ya, filme adını veren Palermo'ya gönderiyor. Finn burada neler öğreniyor... Şak şuk çekiverdiği fotoğraflarda artık görüntünün özünden ve bu esnada kendi özünden ne kadar uzaklaştığını, arada bir müzik dinlemeyi bıraktığında, kulaklığını çıkarıp etrafa hakikaten bakması gerektiğini, tüm bunları görmek için gören bir kadına (Giovanna Mezzogiorno) kendini bırakmasının iyi olacağını, Ölüm'ün (Dennis Hopper) ondan 'hayatının geri kalanını iyi yaşaması' dışında başka hiçbir şey istemediğini, ayrıca İtalya'nın Almanya'dan daha güneşli ve romantik bir yer olduğunu. Finn'in yerinde olsak, muhtemelen bizler de benzer bir aydınlanma yaşayacak; Palermo sokaklarında tesadüfen rastlayıp sessizce şahit olduğumuz tiyatro provasını huşu içinde izleyecektik. Barda yalnız otururken gençliğimize damga vurmuş bir müzik efsanesinin (Finn'inki Lou Reed) bilge hayaletiyle laflamaktan da geri kalmazdık herhalde. Ne var ki Palermo'da Yüzleşme'yi seyrederken, Finn'in heyecanlarına dahil olmak zor. Perdede izlediğimiz 'iç yolculuk' bu tür deneyimlere bir bakış getirmek veya duygusunun içine dalmak yerine, şemasını iyi bildiğimiz bir öykü formatına, en az Finn kadar derli toplu bir şekilde, doğrudan işaret ediyor. Tutun ki, Bozcaada'ya gidip hayatını sorgulayan İstanbullu entelektüeller hakkındaki eski Türk 'art-house' filmlerinden birini izliyoruz. Kahramanımızın, oradan buradan çıkıp kendisine ok atan Ölüm'le yüzleşmesi, filmdeki mana arayışının (olumsuz anlamda) dipte gezindiği sahnelerden biri. Dennis Hopper'ın canlandırdığı Ölüm, ne Yedinci Mühür'deki Ölüm kadar görkemli bir teatrallik, ne de Acid House'daki Tanrı gibi alaycı bir dünyevilik içinde. Beylik laflar eden, top sakallı, yaşlıca bir adam. Komik ya da komik olmayan türde, herhangi bir 'espri'si yok. Ve maalesef, Wenders'in Berlin Üzerindeki Gökyüzü (1987) filmindeki pardesülü meleklerinden çok, Acid House'da sersem bir İskoç oğlanıyla sakallı bir Tanrı arasında geçen şu diyaloğu aklıma getirdi:
Oğlan: "Aynen hayal ettiğim gibisin."
Tanrı: "İşte senin hayal gücün bu kadar."