kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 21 Mayıs 2007, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
ÜLKÜ TAMER

Şiir de işe yarıyormuş meğer!

Benim bildiğim Fazıl Hüsnü Dağlarca demeç vermez, kimsenin kendisiyle röportaj yapmasına olanak tanımazdı. Kapatırdı kapılarını bu tür şeylere, şiirini yazardı.
95'ine basmanın yarattığı bir tür hoşgörü müdür nedir, dergilerde, gazetelerde bol bol "konuşuyor" şimdi.
İyi ki konuşuyor. Onun şiirini sadece "Allah vergisi" olarak gören, yazdıklarının yalnız "içgüdü" ürünü olduğunu düşünenlere ders verircesine.
Dilerim bu konuşmalar kitaplaştırılır, dev bir şiirin arkasında ne büyük bir emek, ne korkunç bir çile, ne sınırsız bir zekâ yattığı belgelenir.
Dağlarca'yı yakından tanıma olanağını buldum. Yayınevi yöneticiliği yaptığım sıralarda görüşmelerimiz, birlikte gittiğimiz yurtdışı şiir şenlikleri, Oğuz Akkan'ın da katıldığı Selanik yolculuğu bu tanışıklığı perçinledi. Hatırladıkça gülümsediğim keyifli anılar edindim.
Kimini aktararak "üstad" ın 95. yılına bir selam göndermek istiyorum bugün.
Dağlarca'nın içki sevgisi bilinir. Şimdi içiyor mu, bilmiyorum, ama tanıdığım bazı içkicilere hiç benzemezdi üstad. İki kadehten sonra kimsenin kafasını gözünü patlatmaya kalkışmazdı. Keyifle içer, aynı keyfi çevresindekilere de saçardı.
Zaten içkili geldiği akşam yemeğinde, kırk beş dakika içinde bir büyük şişe rakıyı devirir, sonra sapasağlam çekip giderdi.
Masadakiler, "Nereye?" diye sorarlardı bazen.
Nereye olacaktı? Doğru dürüst kafa çekmeye herhalde.
Yayınevi yöneticiliği yaptığım sıralarda bir gün gülerek geldi.
"Romatizmama çare buldum," dedi. "Harika bir ilaç keşfettim."
"Nedir?"
diye sordum.
"Bir büyük şişe votka alacaksın,"
dedi. "İçine bir aspirin atıp şişeyi kapatacaksın. Üstüne de o günün tarihini yazıp rafa kaldıracaksın. Ertesi gün bir şişe votka daha. Onun içine de bir aspirin. Tarih. Onu da kaldıracaksın. Bu böyle sürecek."
"Sonra?"
"Aradan yirmi bir gün geçince, ilk şişe votkayı alıp içeceksin. Her gün bir şişe. Gör bak, romatizma filan kalmıyor."
"Üstad," dedim, "bu düpedüz içki.İlaç değil ki."
"Senin aklın ermez," dedi Dağlarca. "O tek aspirin votkayı ilaca çeviriyor."
Üsteledim. "İlaç diye içki içiyorsunuz siz."
Dağlarca kızdı:
"Aspirinli içkiyi ne yapayım! İçkimi daha sonra adam gibi içiyorum!"
Makedonya'daki Struga Şiir Akşamları'na ilk katılışımda Dağlarca'yla birlikteydim. Şenlik sırasında uzak bir dağ köyüne götürdüler bizi. Köyde bir anıt. Dev bir kubbe. Kubbede kocaman on altı delik var. Delikler, Osmanlı İmparatorluğu zamanında köyün Türklere on altı gün direnişini simgeliyormuş.
Kubbenin altında toplandık. Şairler şiirlerini okuyacak. Beşaltı şair okudu. Sonra gökyüzü ansızın karardı, yağmur başladı. Öyle bir yağmur ki, ben ömrümde böylesini az gördüm. Kubbedeki deliklerden tepemize iniyor.
Şiir miir unutuldu elbet. Otobüse kaçtık.
Herkes sırılsıklam.
Dağlarca, "Siz yine dua edin," dedi. "Bunlar on altı gün direnmiş. Ya yüz gün direnselerdi? Kubbe deliklerden elek gibi olur, yağmur iliklerimize işlerdi."
Ertesi yıl bir daha gidecektik Struga'ya. Dağlarca'ya Altın Çelenk ödülü verilecekti. Bu kere Süreyya Berfe de vardı yanımızda.
Otobüsle Yugoslavya'ya girerken gümrükçüler bir kenara çektirdiler bizi. Baktık, yan yana bir sürü otobüs. Gümrükçüler çay içiyor. Şakalaşıyor. Akıllarına esince de bir otobüsün yanına gelip yolcuları aşağı indiriyor. Eşyalarıyla birlikte. Bavulları, çantaları açtırıyor, bağırıp çağırıyorlar. Hele bir gümrükçü var ki aralarında, düşman başına! Kıyameti koparıyor. Neredeyse herkesi kurşuna dizecek!
Uzun süre bekledik. Sıra bizim otobüse geldi. Topladık eşyalarımızı, indik. Tek sıra olduk. O nemrut gümrükçü düşmez mi bize! Başladı yumruğunu havada sallayıp bağırmaya. Ne dediğini anlamıyoruz, ama şarkı söylemediği kesin. Bavulları açtırıyor, eşyaları fırlatıp atıyor, yolcuların yakasına yapışıyor. Herkes zangır zangır titriyor.
Derken Dağlarca'nın önünde durdu gümrükçü. Uzun uzun baktı ona. Yüzüne bir gülümseme yayıldı ansızın. Hazırola geçti. Dağlarca'nın eline yapışıp başladı öpmeye. Elini bıraktı, boynuna sarıldı.
Durdu. "Poet!" diye bağırdı. Bir şeyler söyledi.
Makedonca bilenler anlattılar. Meğer bir akşam önce televizyonda Altın Çelenk ödülüyle ilgili bir program varmış. O programı seyretmiş. Üstadı da şıp diye tanımış.
Bir de şiirin işe yaramadığını söylerler!